BeLiaL
Banlı Kullanıcı
Kuantum Bilgisi Olarak Evren
VLATKO VEDRAL
Creatio ex nihilo: Hiçlikten Varlığa
İnsanlık tarihi boyunca yaşayan her uygarlığın kendine ait yaradılış mitleri bulunur. İnsanoğlu hem kendi kökenini bulmak, hem de etrafındaki başka her şeyin başlangıcını anlamlandırmak ister. Derinlere kök salan bu arzu doymak nedir bilmez. Tamamı değilse de bu mitlerin çoğunluğu, varlıkla yakından ilişkili ve Evrendeki her şeyde işlevi olan bir tür daha üstün ya da doğaüstü varlıktan ya da varlıklardan bahseder. En yaygın iki din olan Hıristiyanlık ve İslam etrafımızda gördüğümüz her şeyin tek bir yaratıcının eseri olduğunu kabul etse de, modern insan Evrenin nihai kökeni meselesine hala farklı farklı bakış açılarıyla yaklaşıyor. İnsanlığın altıda birinin mensubu olduğu Katolik mezhebinde Tanrının tüm Evreni hiçlikten var ettiği inancı baskındır ve bu inanç creatio ex nihilo adını alır. (Dürüst olmak gerekirse tüm Katolikler buna inanmaz ama eğer Papanın izindeyseler inanmak durumundalar.) Doğaüstü bir varlığı postulat etmek gerçekliğin açıklanmasına pek de yardımcı olmaz, çünkü hemen sonrasında problem yön değiştirir ve gerçekliğin kökenini açıklamaktan çok doğaüstü bir varlığın mevcudiyetini izah etmeye döner. Bu izah konusunda da hiçbir dinin hakiki bir cevabı bulunmamaktadır.
Eğer Evrenin kökeni üzerine bilim insanlarının çok daha muazzam bir kavrayışa sahip olduklarını düşünüyorsanız, tekrar düşünün derim. Hiç kuşkusuz çoğu bilim insanı tanrıtanımazdır (ilginç olansa bunların %95’inden fazlasının İngiltere’de yaşaması), fakat bu demek değildir ki Yaradılışın nasıl bir şey olduğu ve etraftaki tüm bu maddenin nereden geldiğine dair bir tür inanç taşımazlar. Mesele şu ki, tüm bu postulatlar ve aksiyomların içinden geçerek biraz daha derine inildiğinde, onların zihninin de diğer herkes gibi allak bullak olduğu görülür. Demek ki, neden bir gerçeklik olduğu ve özünde nereden geldiğini açıklama noktasında ister dindar olalım ister olmayalım, hepimiz aynı aldatıcı soruya gelip dayanıyoruz.
Dünyaya dini ya da felsefi bakış açısıyla yaklaşan bir kitap okuduğumda, biz bilim insanlarının bilimsel fikirleriyle bağlantılı bazı düşünceler mutlaka dikkatimi çeker. Örneğin “indirgemecilik” yaklaşımı -her şeyi tek ve yalın bir nedene indirgemeye çabası- hem dini hem de bilimsel düşüncede ortaktır. Araştırma yöntemleri farklılık gösterse de, tıpkı dinde her şeyi tek ve evrensel bir Tanrıya indirgediğimiz gibi, bilimde de her şeyi tek bir birleştirici teoriye indirgemek için çabalar dururuz. Bilinmeyenler sayısını eksiltmeye yönelik bu yaradılıştan gelen arzu, pekala her yaptığımız şeye sinmiştir. Peki, neden böyle olmak zorunda?
Yalınlaştırmaya yönelik bu doğal arzunun genelde iki farklı sebebi bulunur. İlki şudur. Biz insanların imgelemi son derece sınırlıdır ve dünyayı anlamlandırmaya çalışırken hangi aracı kullanırsak kullanalım -bilim, din, felsefe ya da sanat- hali hazırda mevcut bir dizi aynı sınırlı fikirle iş görerek olayı sonlandırırız. Diğer bir söyleyişle, gerçekliği daha tanımlamak adına ilk adımımızı atarken kullandığımız fikirler birbirlerinden çok da farklı değildir. Ünlü Amerikan psikolog Abraham Maslow’un da belirttiği gibi, tek aletiniz çekiçse her sorun bir çiviye benzer. Bizim konumuzun içeriğinde bu çekiç, basit sebep sonuç bağlantılarını bulmaya yönelik doğal isteğimiz olabilir. Biz insanlar karmaşıklığı indirgeyerek büyüyüp gelişiriz ve kavrayışımızdaki tüm karmaşayı eninde sonunda tek bir ilke (ister tek bir Tanrı, ister her şey hakkındaki tek bir teori olsun) yoluyla özetlediğimizde onu daha güzel ve daha inanılası buluruz.
Gerçekliğimizin, örneğin Evrene bakışımızın, gerçek Evrenin kendisinden farklı olabileceğini anlayabilmek de önemlidir. Gerçekliğimizi Evreni kavrayışımız yoluyla yaratırız ve gerçekliğimiz bildiklerimizle temellenen bir olasılık durumundadır. Maslow’un sözlerine kulak verirsek her durumda sınırlandığımızı anlar ve var ettiğimiz her tür gerçekliğin, Evrenin gerçekte ne olduğuna dair yalnızca bir kestirim, bir tahmin olduğunu kabul ederiz. Bu bağlamda gerçekliğimizi inşa edip sonrasında açıklamak üzere gözlem yaparken, tek başına ortaya konan tezin bir şekilde Evrenin gerçekliğine katışık olması da kaçınılmazdır; bu da konuyla ilgilenirken elbette rahatlatıcı bir bakış açısı sağlıyor.
Bununla bağlantılı olarak, ikinci sebebe gelelim. İnsanlar sosyal varlıklardır. Sanatçılar, bilim adamları, ruhban sınıfından olanlar ve olmayanlar birbirileriyle fikir alışverişi yaparlar ve Evreni daha iyi anlama çabasıyla kendi gerçeklik resimlerini çizerken bu fikirler birbirlerinin yapıtlarında da kendini gösterir. Bir alandaki güzellik ve gerçeklik kavramlarının başka bir alanı da bir şekilde etkilemesi kaçınılmazdır. Bu bir dolu çetin ceviz iddia bolluğunda hiç şüphe yok ki hepimiz az ya da çok benzer bir yol izleriz.
Alman filozof Ludwig Feuerbach’a göre, “İnsan önce farkında olmadan ve istemsiz olarak Tanrıyı kendi imgesinde yaratır ve bundan sonradır ki Tanrı bilinçli ve istençli olarak insanı kendi imgesinde yaratır.” Tanrıyı gerçeklikle eşanlamlı alırsak, insanın gerçeklik algısıyla gerçekliğin kendisinin de aslında birbirinden ayrılamadığı sonucunu çıkarırız. İnsan gerçekliği yaratır ve sonra onu kendini tanımlamak için kullanır. Karmaşıklığı indirgemeye çabalarken, gerçekliğimizi mümkün olan en yalın sebepler doğrultusunda inşa etmeye çalışmamız bu defa da pek şaşırtıcı gelmiyor.
Fikirlerimizin tek noktada birleşme sebebine dair iyimser bir bakış açısı da şu olabilir.Yaşam, Evrenin geri kalanıyla bir arada evrilmektedir. Evreni biçimlendiren aynı yasaların cismanileşmiş haliyiz ve imgelemimiz de bu durumla özel bir bağıntısı var. Bilinçli ya da bilinçsiz bu yasalarla birbirimize yaklaşır ve kavuşuruz. Bu bakış açısına göre, kavuşumun esas harekete getiren sebebi Evreni tanımlama çabamızda daha öncekiler gibi bir sınırlama teşkil etmiyor, aksine Evreni sarıp sarmalayan yasalara doğal şekilde çekilmemizi sağlıyor. Bakış açıları oldukça benzer görünüyor ancak esas farklılığı sonuncusunun daha iyimser olması yaratıyor. Önce kendi gerçekliğimizi yaratıp, sonrasında Evreni bu gerçeklikle tanımlayamaya çalışmak yerine içimize ümit serpiyor, çünkü biliyoruz ki Evreni tanımlayan yasaları cismanileştirdiğimizde doğru yoldayız. Peki bu yolculuğun sonunda aranan yalınlığa kavuşabilecek miyiz?
Bilim insanlarında büyük saygı uyandıran görüşlerden birisi Occam’ın usturasıdır. Bir on dördüncü yüzyıl İngiliz mantıkçısı ve Fransisken rahibi olan Occam’lı William bize, gerek olmadığı sürece varsayımların çoğaltılmaması gerektiğini ya da başka bir deyişle en basit açıklamanın genelde en iyisi olduğunu anlatır. Basitliğin tamamen öznel olduğunu iddia edebilirsiniz fakat 10. bölümde basitliği nesnel bir şekilde ele alan evrensel bir bakış açısı olduğunu göstereceğim.
Occam’ın mantığının izinden gitmek aynı zamanda Evrendeki her şeyi tek ve bütünce kuşatıcı ilkeye indirgeyerek açıklamak anlamına da gelebilir. Düşünsenize; hayatlarımızı, aşık olmayı, gezegenlerin hareketini, borsadaki hareketlenmeleri ve diğer her şeyi tek bir ilkeyle açıklamak kolay olmaz mıydı?
Fakat bu Occam’ın usturasını iyice keskinleştirmeye yetecek mi? Neden şu tek ilkeden kurtulup ortada ilke falan yokken çıkarımlarımızı yapmıyoruz? Emin olun bu daha da basit ve sonuçta Occam’ın mantığıyla düşünüldüğünde gerçekliği daha iyi yansıtabilir. Ünlü Amerikalı fizikçi John Wheeler hiçbir ilke olmaksızın çıkarım yapmayı “ yasasız yasa” diye tanımlıyor. Wheeler mantığı şöyle yürütüyor; eğer fizik yasalarını a priori fizik yasalarına başvurmadan açıklarsak, her şeyi açıklama yolunda daha iyi bir konumda bulunuruz. Bu bakış açısı tam da o çok bilindik bilimsel görüşe, -creatio ex nihilo- yani hiçlikten varlık görüşüne benziyor.
Ünlü Alman matematikçisi, felsefecisi ve calculus’ün mucitlerinden biri olan Gottfried Wilhelm Leibniz bu mantığı Tanrı kanıtlamasında kullandı. Evrende hiçlikten ziyade varlığın varoluşunu şaşırtıcı buluyordu. Hele de bu hiçliğin açık ara daha basit bir durum olduğu düşündüğü zaman şaşkınlığı daha da artıyordu. Bir şeyin varoluşuna yönelik bulabildiği tek açıklayıcı sebep, bağımsız bir varlığın o şeyi yaratmış olmasıydı. Dışsal bir etkinin varlığı önermesinin ispatı için bu sebep yeterliydi ve ona göre bu etkiyi yaratan varlık Tanrı idi. Böylece pek çokları gibi o da creatio ex nihilo problemine doğaüstü bir varlık postulat etmekten başka bir çözüm getiremiyordu.
Bir yasa (ya da bir tür genel ilke) postulat etmeden her şeyi açıklayan bir yasaya sahip olmanın aldatıcılığı, ilkin Wheeler’in öğrencilerinden biri olan, Oxford fizikçisi David Deutsch tarafından ortaya kondu. “Bilimsel metotlarla yaklaşabileceğimiz, tümden açıklayıcı bir fiziksel ilkemiz yoksa, muhtemelen bu, doğal dünyanın temelinde ulaşılamaz bazı yönler olduğunu gösterir.” Diğer bir söyleyişle, hükmedici bir ilke bulamazsak, bilim Evreni açıklayamaz ve kendi temel amacı konusunda başarısızlığa mahkum olur. Deutsch, Evreni tek bir ilke, yani P ile açıklamak konusundaki herhangi bir yetersizliğin rasyonalizme ve ‘evrensel bir bilim olarak fiziğe (ki madde sürecinin ardındaki temel itici güçtür ve bizler için vazgeçilmesi hiçbir koşulda mümkün olamaz) bakış açımıza doğrudan ters düşeceğini’ söyleyerek devam ediyor.
Deutsch’a göre, plağın öbür yüzünü çevirdiğimizde durum yine problematiktir. Fizikte P gibi tümden açıklayıcı bir ilke olsaydı, kökeni yine sonsuza kadar çözülemeyecek olurdu, çünkü hiçbir ilke ya da yasa kendi özsel kökeni hakkında açıklama getirmez. Bu tıpkı bir klimaya, “sen neden bir klimasın da, sandalye değilsin?” diye sormaya benzer. Açıkçası cevap klimanın dışında uzanır, çünkü klima sadece olduğu gibi olmuştur. Bu yüzden fizikte her şeyi açıklayan temel bir ilke ya da yasa (P) diye bir şey paradoksal olması anlamında mümkün değildir. Çünkü kökeni yine fiziğin dışında olmak durumundadır ve bu bizi yeniden Wheeler’in kendi kendisiyle çelişen ifadesi “yasasız yasa” kavramına götürür.
Deutsch’ın mantığı, Evreni tek bir ilkeden yola çıkarak açıklamaya çabalarken dikkatle yürümemiz gereken o ince çizgiyi gösteriyor. Peki bu temel ilkenin açıklayacağı şey tam olarak ne? Evrendeki tüm objeleri; sandalyeleri, klimaları mı açıklamaya çalışıyoruz, aşık olmak gibi sosyal etkileşimleri mi tartışıyoruz, yoksa maddenin temel yapıtaşları ve etkileşimleri gibi daha temel bir şeyden mi bahsediyoruz? Emin olun bu yolda yürürken Evrendeki her şeyi ve birbirleriyle ne tür bir bağlantıda olduklarını açıklamak durumundayız.
Bu kitap her şeyin temelini oluşturan yapı taşının, madde, enerji ya da sevgi değil, bilgi olduğunu ileri sürüyor. Bilgi, maddeden ya da enerjiden daha temeldir çünkü ekonomi ya da sosyal fenomenler gibi makroskobik etkileşimlere uygulanabildiği gibi, bu kitapta tartışacağım üzere enerji ve madde gibi mikroskobik etkileşimlerin kökenine ve davranışına da uygulanabilir.
Bununla birlikte Deusch ve Wheeler’in da hemfikir oldukları üzere, Evrenin temel yapı taşı adaylığına önerdiğimiz şey ne olursa olsun son kertede yine “kendi kendisinin” nihai kökenini açıklamak durumundadır. Diğer bir deyişle yine kilit nokta hiçlikten varlık, yani creatio ex nihilo sorunsalı olmaktadır. Öyleyse burada iddia ettiğim gibi bilgi ortak noktaysa, creatio ex nihilo problemi de bilginin yokluğundan bilginin çıkışını açıklamaya indirgenmiş olur. Bu kitapta bunun nasıl mümkün olduğunu göstermekle kalmayıp, bilginin, madde ve enerjinin tersine, kendi menşeini açıklayabilen tek kavram olduğunu da savunacağım.
Bilgi, Deutsch tarafından tartışılan tümden açıklayıcı P ilkesini bulmamıza da yardım edecek mi? Kitabın üçüncü bölümünde, gerçekliğe bilgi penceresinden baktığımızda bu sorunsalın da artık bir anlamı kalmayacağını gösteriyorum. Bu noktada yolculuğun (ki bu hususta yolculuk, gerekli bilgiyi doğuran yöntemdir) kendisinin, varılacak yerden (açıklayıcı fiziksel yasa) daha önemli hale geldiğini anlıyoruz. Burada nihai bir varış hedefimiz var mı sorusunun yanıtını ararken nihai fiziksel ilke kavramını, Evrenin temeli için zorunlu bir yapı olmaktan çıkarıp, kendi yarattığımız gerçekliğin içine oturtuyor ve bu doğrultuda Evren evrilirken bizim hedefimizin de evriliyor olma ihtimalini araştırıyoruz.
Peki sormamız gereken önemli soru ne? Bilginin ana çerçeve olduğu ve bilgi yoluyla gerçekliği kavrayabileceğimiz konusunda anlaştıysak, o zaman tüm doğal fenomeni de bilgi vasıtasıyla açıklayabilmemiz gerekir. Bölüm 3 ve 10 arasında işlenen bu konu kitabın çekirdeğini oluşturuyor. Kitap ilerledikçe bilgiyi eksiltmenin onu daha iyi anlamakla sonuçlanacağını görüyoruz. Bir konuyu iyi anladığımızda birkaç temel ilke dahilinde özetleyebiliriz. Bu önce garip gelse de aslında mantıklı olduğunu da biliyoruz. Örneğin havaya atılan bir tenis topunun dinamiklerini 100 farklı yasayla açıklamaktansa (bu arada her yasa farklı koşullar altında uygulanabilirdir, tüm olası koşulları kapsayan bir yasa durumu daha iyi anladığımızı hissettirir. Sonuç olarak gerçekliğimizi, içerdiği tüm o sıkıştırılmış bilgiyle daha iyi kavrarız.
Öte yandan, biz durup dinlenmeden gerçekliğimizin içindeki bilgi miktarını eksiltmeye çalışırken, başka bir temel argüman (doğru anlaşılırsa eğer), Evrenin içindeki tüm bilginin bir bütün olarak yalnızca çoğaltılabileceğini öne sürüyor. 5. bölümün konusunu oluşturan bu argüman Evren kendini daha da fazla açığa çıkardıkça, onun ne olduğu ya da ne olmadığı hususundaki gerçeğimizin, sonrasında sıkıştırılmayı bekleyen daha da fazla bilgi halinde giderek daha da büyüdüğünü iddia ediyor. Bu noktada bir eşek analojisi kullanmak eğlenceli geliyor. Eşeğin biri hemen başının önünde, sabit bir uzaklığa yerleştirilmiş bir havuç taşımaktadır. Hayvancağız tam da neredeyse başardığını düşünerek havuca yaklaştıkça, havuç yaklaştığı yol kadar başından uzaklaşır. Havucun kendisine bir çubukla bağlı olduğunun farkında olmayan eşek, kötü kadere mahkum olduğunu fark etmeden dener de dener. (Velhasıl bir eşektir). Uzun yolunda yürüyen (ve bu arada havucun yapısını da yakından tanıyan) eşek, birincil derecede önemli amacını da yitirir.
Bu bağlamda bilgiyi sıkıştırmak (yani tüm gerçeklik kavrayışımızı birkaç kucaklayıcı ilke yoluyla sıkıştırmak) arzusu ile, Evrendeki bilginin (anlamak durumunda olduğumuz toplam miktarın) doğal artışı arasında bir bölünme ortaya çıkıyor. Bilgiyi sıkıştırma arzusu ve Evrendeki bilginin doğal artışı, ilkin birbirinden bağımsız süreçler gibi görünebilir, ancak ilerleyen bölümlerde detaya girdikçe bir bağlantı olabileceğini de keşfediyoruz. Gerçekliğimizi tanımlayan öz-kapsayıcı ilkelerin tamamını bulup sıkıştırırken, yine aynı ilkeler Evrenimizde daha da çok bilgi bulunduğunu haber verirler. Feuerbach’ın “Önce İnsan Tanrıyı yaratır, sonra Tanrı İnsanı” şeklinde ifade ettiği gibi, biz de bilgiyi sıkıştırarak yasalar elde edip, bu yasalarla gerçekliğimizi inşa ettiğimizi, sonrasında bu gerçekliğin daha başka bilgileri nasıl sıkıştıracağımızı bize anlattığını söyleyebiliriz.
Karşıt görüşte olanlar olsa da, bilgiyi sıkıştırma yoluyla gerçekliği tanımlayan bu bakış açısının bilimin pratiğine olduğu kadar ruhuna da yakın olduğuna inanıyorum (bu bilimsel yöntem bölüm 10 ve 12’de tüm ayrıntılarıyla inceleniyor). Bu bakış açısı ayrıca, bir sistemle ilgili bildiklerimizin değişkenliğinin derecesini de yansıtan bilimsel bilgiyle de benzeşmektedir. Bölüm 3’te bu tespit de incelenecek.
Belki de Evrene bu açıdan bakmak, “hiçlikten var olma” karşısında “her şeyin yok olması” şeklinde adlandırılsa daha uygun olur. Nihayetinde burada gerçekliği sıkıştırma yoluyla tanımladığımızı iddia ediyoruz.
_alıntıdır_
VLATKO VEDRAL
Creatio ex nihilo: Hiçlikten Varlığa
İnsanlık tarihi boyunca yaşayan her uygarlığın kendine ait yaradılış mitleri bulunur. İnsanoğlu hem kendi kökenini bulmak, hem de etrafındaki başka her şeyin başlangıcını anlamlandırmak ister. Derinlere kök salan bu arzu doymak nedir bilmez. Tamamı değilse de bu mitlerin çoğunluğu, varlıkla yakından ilişkili ve Evrendeki her şeyde işlevi olan bir tür daha üstün ya da doğaüstü varlıktan ya da varlıklardan bahseder. En yaygın iki din olan Hıristiyanlık ve İslam etrafımızda gördüğümüz her şeyin tek bir yaratıcının eseri olduğunu kabul etse de, modern insan Evrenin nihai kökeni meselesine hala farklı farklı bakış açılarıyla yaklaşıyor. İnsanlığın altıda birinin mensubu olduğu Katolik mezhebinde Tanrının tüm Evreni hiçlikten var ettiği inancı baskındır ve bu inanç creatio ex nihilo adını alır. (Dürüst olmak gerekirse tüm Katolikler buna inanmaz ama eğer Papanın izindeyseler inanmak durumundalar.) Doğaüstü bir varlığı postulat etmek gerçekliğin açıklanmasına pek de yardımcı olmaz, çünkü hemen sonrasında problem yön değiştirir ve gerçekliğin kökenini açıklamaktan çok doğaüstü bir varlığın mevcudiyetini izah etmeye döner. Bu izah konusunda da hiçbir dinin hakiki bir cevabı bulunmamaktadır.
Eğer Evrenin kökeni üzerine bilim insanlarının çok daha muazzam bir kavrayışa sahip olduklarını düşünüyorsanız, tekrar düşünün derim. Hiç kuşkusuz çoğu bilim insanı tanrıtanımazdır (ilginç olansa bunların %95’inden fazlasının İngiltere’de yaşaması), fakat bu demek değildir ki Yaradılışın nasıl bir şey olduğu ve etraftaki tüm bu maddenin nereden geldiğine dair bir tür inanç taşımazlar. Mesele şu ki, tüm bu postulatlar ve aksiyomların içinden geçerek biraz daha derine inildiğinde, onların zihninin de diğer herkes gibi allak bullak olduğu görülür. Demek ki, neden bir gerçeklik olduğu ve özünde nereden geldiğini açıklama noktasında ister dindar olalım ister olmayalım, hepimiz aynı aldatıcı soruya gelip dayanıyoruz.
Dünyaya dini ya da felsefi bakış açısıyla yaklaşan bir kitap okuduğumda, biz bilim insanlarının bilimsel fikirleriyle bağlantılı bazı düşünceler mutlaka dikkatimi çeker. Örneğin “indirgemecilik” yaklaşımı -her şeyi tek ve yalın bir nedene indirgemeye çabası- hem dini hem de bilimsel düşüncede ortaktır. Araştırma yöntemleri farklılık gösterse de, tıpkı dinde her şeyi tek ve evrensel bir Tanrıya indirgediğimiz gibi, bilimde de her şeyi tek bir birleştirici teoriye indirgemek için çabalar dururuz. Bilinmeyenler sayısını eksiltmeye yönelik bu yaradılıştan gelen arzu, pekala her yaptığımız şeye sinmiştir. Peki, neden böyle olmak zorunda?
Yalınlaştırmaya yönelik bu doğal arzunun genelde iki farklı sebebi bulunur. İlki şudur. Biz insanların imgelemi son derece sınırlıdır ve dünyayı anlamlandırmaya çalışırken hangi aracı kullanırsak kullanalım -bilim, din, felsefe ya da sanat- hali hazırda mevcut bir dizi aynı sınırlı fikirle iş görerek olayı sonlandırırız. Diğer bir söyleyişle, gerçekliği daha tanımlamak adına ilk adımımızı atarken kullandığımız fikirler birbirlerinden çok da farklı değildir. Ünlü Amerikan psikolog Abraham Maslow’un da belirttiği gibi, tek aletiniz çekiçse her sorun bir çiviye benzer. Bizim konumuzun içeriğinde bu çekiç, basit sebep sonuç bağlantılarını bulmaya yönelik doğal isteğimiz olabilir. Biz insanlar karmaşıklığı indirgeyerek büyüyüp gelişiriz ve kavrayışımızdaki tüm karmaşayı eninde sonunda tek bir ilke (ister tek bir Tanrı, ister her şey hakkındaki tek bir teori olsun) yoluyla özetlediğimizde onu daha güzel ve daha inanılası buluruz.
Gerçekliğimizin, örneğin Evrene bakışımızın, gerçek Evrenin kendisinden farklı olabileceğini anlayabilmek de önemlidir. Gerçekliğimizi Evreni kavrayışımız yoluyla yaratırız ve gerçekliğimiz bildiklerimizle temellenen bir olasılık durumundadır. Maslow’un sözlerine kulak verirsek her durumda sınırlandığımızı anlar ve var ettiğimiz her tür gerçekliğin, Evrenin gerçekte ne olduğuna dair yalnızca bir kestirim, bir tahmin olduğunu kabul ederiz. Bu bağlamda gerçekliğimizi inşa edip sonrasında açıklamak üzere gözlem yaparken, tek başına ortaya konan tezin bir şekilde Evrenin gerçekliğine katışık olması da kaçınılmazdır; bu da konuyla ilgilenirken elbette rahatlatıcı bir bakış açısı sağlıyor.
Bununla bağlantılı olarak, ikinci sebebe gelelim. İnsanlar sosyal varlıklardır. Sanatçılar, bilim adamları, ruhban sınıfından olanlar ve olmayanlar birbirileriyle fikir alışverişi yaparlar ve Evreni daha iyi anlama çabasıyla kendi gerçeklik resimlerini çizerken bu fikirler birbirlerinin yapıtlarında da kendini gösterir. Bir alandaki güzellik ve gerçeklik kavramlarının başka bir alanı da bir şekilde etkilemesi kaçınılmazdır. Bu bir dolu çetin ceviz iddia bolluğunda hiç şüphe yok ki hepimiz az ya da çok benzer bir yol izleriz.
Alman filozof Ludwig Feuerbach’a göre, “İnsan önce farkında olmadan ve istemsiz olarak Tanrıyı kendi imgesinde yaratır ve bundan sonradır ki Tanrı bilinçli ve istençli olarak insanı kendi imgesinde yaratır.” Tanrıyı gerçeklikle eşanlamlı alırsak, insanın gerçeklik algısıyla gerçekliğin kendisinin de aslında birbirinden ayrılamadığı sonucunu çıkarırız. İnsan gerçekliği yaratır ve sonra onu kendini tanımlamak için kullanır. Karmaşıklığı indirgemeye çabalarken, gerçekliğimizi mümkün olan en yalın sebepler doğrultusunda inşa etmeye çalışmamız bu defa da pek şaşırtıcı gelmiyor.
Fikirlerimizin tek noktada birleşme sebebine dair iyimser bir bakış açısı da şu olabilir.Yaşam, Evrenin geri kalanıyla bir arada evrilmektedir. Evreni biçimlendiren aynı yasaların cismanileşmiş haliyiz ve imgelemimiz de bu durumla özel bir bağıntısı var. Bilinçli ya da bilinçsiz bu yasalarla birbirimize yaklaşır ve kavuşuruz. Bu bakış açısına göre, kavuşumun esas harekete getiren sebebi Evreni tanımlama çabamızda daha öncekiler gibi bir sınırlama teşkil etmiyor, aksine Evreni sarıp sarmalayan yasalara doğal şekilde çekilmemizi sağlıyor. Bakış açıları oldukça benzer görünüyor ancak esas farklılığı sonuncusunun daha iyimser olması yaratıyor. Önce kendi gerçekliğimizi yaratıp, sonrasında Evreni bu gerçeklikle tanımlayamaya çalışmak yerine içimize ümit serpiyor, çünkü biliyoruz ki Evreni tanımlayan yasaları cismanileştirdiğimizde doğru yoldayız. Peki bu yolculuğun sonunda aranan yalınlığa kavuşabilecek miyiz?
Bilim insanlarında büyük saygı uyandıran görüşlerden birisi Occam’ın usturasıdır. Bir on dördüncü yüzyıl İngiliz mantıkçısı ve Fransisken rahibi olan Occam’lı William bize, gerek olmadığı sürece varsayımların çoğaltılmaması gerektiğini ya da başka bir deyişle en basit açıklamanın genelde en iyisi olduğunu anlatır. Basitliğin tamamen öznel olduğunu iddia edebilirsiniz fakat 10. bölümde basitliği nesnel bir şekilde ele alan evrensel bir bakış açısı olduğunu göstereceğim.
Occam’ın mantığının izinden gitmek aynı zamanda Evrendeki her şeyi tek ve bütünce kuşatıcı ilkeye indirgeyerek açıklamak anlamına da gelebilir. Düşünsenize; hayatlarımızı, aşık olmayı, gezegenlerin hareketini, borsadaki hareketlenmeleri ve diğer her şeyi tek bir ilkeyle açıklamak kolay olmaz mıydı?
Fakat bu Occam’ın usturasını iyice keskinleştirmeye yetecek mi? Neden şu tek ilkeden kurtulup ortada ilke falan yokken çıkarımlarımızı yapmıyoruz? Emin olun bu daha da basit ve sonuçta Occam’ın mantığıyla düşünüldüğünde gerçekliği daha iyi yansıtabilir. Ünlü Amerikalı fizikçi John Wheeler hiçbir ilke olmaksızın çıkarım yapmayı “ yasasız yasa” diye tanımlıyor. Wheeler mantığı şöyle yürütüyor; eğer fizik yasalarını a priori fizik yasalarına başvurmadan açıklarsak, her şeyi açıklama yolunda daha iyi bir konumda bulunuruz. Bu bakış açısı tam da o çok bilindik bilimsel görüşe, -creatio ex nihilo- yani hiçlikten varlık görüşüne benziyor.
Ünlü Alman matematikçisi, felsefecisi ve calculus’ün mucitlerinden biri olan Gottfried Wilhelm Leibniz bu mantığı Tanrı kanıtlamasında kullandı. Evrende hiçlikten ziyade varlığın varoluşunu şaşırtıcı buluyordu. Hele de bu hiçliğin açık ara daha basit bir durum olduğu düşündüğü zaman şaşkınlığı daha da artıyordu. Bir şeyin varoluşuna yönelik bulabildiği tek açıklayıcı sebep, bağımsız bir varlığın o şeyi yaratmış olmasıydı. Dışsal bir etkinin varlığı önermesinin ispatı için bu sebep yeterliydi ve ona göre bu etkiyi yaratan varlık Tanrı idi. Böylece pek çokları gibi o da creatio ex nihilo problemine doğaüstü bir varlık postulat etmekten başka bir çözüm getiremiyordu.
Bir yasa (ya da bir tür genel ilke) postulat etmeden her şeyi açıklayan bir yasaya sahip olmanın aldatıcılığı, ilkin Wheeler’in öğrencilerinden biri olan, Oxford fizikçisi David Deutsch tarafından ortaya kondu. “Bilimsel metotlarla yaklaşabileceğimiz, tümden açıklayıcı bir fiziksel ilkemiz yoksa, muhtemelen bu, doğal dünyanın temelinde ulaşılamaz bazı yönler olduğunu gösterir.” Diğer bir söyleyişle, hükmedici bir ilke bulamazsak, bilim Evreni açıklayamaz ve kendi temel amacı konusunda başarısızlığa mahkum olur. Deutsch, Evreni tek bir ilke, yani P ile açıklamak konusundaki herhangi bir yetersizliğin rasyonalizme ve ‘evrensel bir bilim olarak fiziğe (ki madde sürecinin ardındaki temel itici güçtür ve bizler için vazgeçilmesi hiçbir koşulda mümkün olamaz) bakış açımıza doğrudan ters düşeceğini’ söyleyerek devam ediyor.
Deutsch’a göre, plağın öbür yüzünü çevirdiğimizde durum yine problematiktir. Fizikte P gibi tümden açıklayıcı bir ilke olsaydı, kökeni yine sonsuza kadar çözülemeyecek olurdu, çünkü hiçbir ilke ya da yasa kendi özsel kökeni hakkında açıklama getirmez. Bu tıpkı bir klimaya, “sen neden bir klimasın da, sandalye değilsin?” diye sormaya benzer. Açıkçası cevap klimanın dışında uzanır, çünkü klima sadece olduğu gibi olmuştur. Bu yüzden fizikte her şeyi açıklayan temel bir ilke ya da yasa (P) diye bir şey paradoksal olması anlamında mümkün değildir. Çünkü kökeni yine fiziğin dışında olmak durumundadır ve bu bizi yeniden Wheeler’in kendi kendisiyle çelişen ifadesi “yasasız yasa” kavramına götürür.
Deutsch’ın mantığı, Evreni tek bir ilkeden yola çıkarak açıklamaya çabalarken dikkatle yürümemiz gereken o ince çizgiyi gösteriyor. Peki bu temel ilkenin açıklayacağı şey tam olarak ne? Evrendeki tüm objeleri; sandalyeleri, klimaları mı açıklamaya çalışıyoruz, aşık olmak gibi sosyal etkileşimleri mi tartışıyoruz, yoksa maddenin temel yapıtaşları ve etkileşimleri gibi daha temel bir şeyden mi bahsediyoruz? Emin olun bu yolda yürürken Evrendeki her şeyi ve birbirleriyle ne tür bir bağlantıda olduklarını açıklamak durumundayız.
Bu kitap her şeyin temelini oluşturan yapı taşının, madde, enerji ya da sevgi değil, bilgi olduğunu ileri sürüyor. Bilgi, maddeden ya da enerjiden daha temeldir çünkü ekonomi ya da sosyal fenomenler gibi makroskobik etkileşimlere uygulanabildiği gibi, bu kitapta tartışacağım üzere enerji ve madde gibi mikroskobik etkileşimlerin kökenine ve davranışına da uygulanabilir.
Bununla birlikte Deusch ve Wheeler’in da hemfikir oldukları üzere, Evrenin temel yapı taşı adaylığına önerdiğimiz şey ne olursa olsun son kertede yine “kendi kendisinin” nihai kökenini açıklamak durumundadır. Diğer bir deyişle yine kilit nokta hiçlikten varlık, yani creatio ex nihilo sorunsalı olmaktadır. Öyleyse burada iddia ettiğim gibi bilgi ortak noktaysa, creatio ex nihilo problemi de bilginin yokluğundan bilginin çıkışını açıklamaya indirgenmiş olur. Bu kitapta bunun nasıl mümkün olduğunu göstermekle kalmayıp, bilginin, madde ve enerjinin tersine, kendi menşeini açıklayabilen tek kavram olduğunu da savunacağım.
Bilgi, Deutsch tarafından tartışılan tümden açıklayıcı P ilkesini bulmamıza da yardım edecek mi? Kitabın üçüncü bölümünde, gerçekliğe bilgi penceresinden baktığımızda bu sorunsalın da artık bir anlamı kalmayacağını gösteriyorum. Bu noktada yolculuğun (ki bu hususta yolculuk, gerekli bilgiyi doğuran yöntemdir) kendisinin, varılacak yerden (açıklayıcı fiziksel yasa) daha önemli hale geldiğini anlıyoruz. Burada nihai bir varış hedefimiz var mı sorusunun yanıtını ararken nihai fiziksel ilke kavramını, Evrenin temeli için zorunlu bir yapı olmaktan çıkarıp, kendi yarattığımız gerçekliğin içine oturtuyor ve bu doğrultuda Evren evrilirken bizim hedefimizin de evriliyor olma ihtimalini araştırıyoruz.
Peki sormamız gereken önemli soru ne? Bilginin ana çerçeve olduğu ve bilgi yoluyla gerçekliği kavrayabileceğimiz konusunda anlaştıysak, o zaman tüm doğal fenomeni de bilgi vasıtasıyla açıklayabilmemiz gerekir. Bölüm 3 ve 10 arasında işlenen bu konu kitabın çekirdeğini oluşturuyor. Kitap ilerledikçe bilgiyi eksiltmenin onu daha iyi anlamakla sonuçlanacağını görüyoruz. Bir konuyu iyi anladığımızda birkaç temel ilke dahilinde özetleyebiliriz. Bu önce garip gelse de aslında mantıklı olduğunu da biliyoruz. Örneğin havaya atılan bir tenis topunun dinamiklerini 100 farklı yasayla açıklamaktansa (bu arada her yasa farklı koşullar altında uygulanabilirdir, tüm olası koşulları kapsayan bir yasa durumu daha iyi anladığımızı hissettirir. Sonuç olarak gerçekliğimizi, içerdiği tüm o sıkıştırılmış bilgiyle daha iyi kavrarız.
Öte yandan, biz durup dinlenmeden gerçekliğimizin içindeki bilgi miktarını eksiltmeye çalışırken, başka bir temel argüman (doğru anlaşılırsa eğer), Evrenin içindeki tüm bilginin bir bütün olarak yalnızca çoğaltılabileceğini öne sürüyor. 5. bölümün konusunu oluşturan bu argüman Evren kendini daha da fazla açığa çıkardıkça, onun ne olduğu ya da ne olmadığı hususundaki gerçeğimizin, sonrasında sıkıştırılmayı bekleyen daha da fazla bilgi halinde giderek daha da büyüdüğünü iddia ediyor. Bu noktada bir eşek analojisi kullanmak eğlenceli geliyor. Eşeğin biri hemen başının önünde, sabit bir uzaklığa yerleştirilmiş bir havuç taşımaktadır. Hayvancağız tam da neredeyse başardığını düşünerek havuca yaklaştıkça, havuç yaklaştığı yol kadar başından uzaklaşır. Havucun kendisine bir çubukla bağlı olduğunun farkında olmayan eşek, kötü kadere mahkum olduğunu fark etmeden dener de dener. (Velhasıl bir eşektir). Uzun yolunda yürüyen (ve bu arada havucun yapısını da yakından tanıyan) eşek, birincil derecede önemli amacını da yitirir.
Bu bağlamda bilgiyi sıkıştırmak (yani tüm gerçeklik kavrayışımızı birkaç kucaklayıcı ilke yoluyla sıkıştırmak) arzusu ile, Evrendeki bilginin (anlamak durumunda olduğumuz toplam miktarın) doğal artışı arasında bir bölünme ortaya çıkıyor. Bilgiyi sıkıştırma arzusu ve Evrendeki bilginin doğal artışı, ilkin birbirinden bağımsız süreçler gibi görünebilir, ancak ilerleyen bölümlerde detaya girdikçe bir bağlantı olabileceğini de keşfediyoruz. Gerçekliğimizi tanımlayan öz-kapsayıcı ilkelerin tamamını bulup sıkıştırırken, yine aynı ilkeler Evrenimizde daha da çok bilgi bulunduğunu haber verirler. Feuerbach’ın “Önce İnsan Tanrıyı yaratır, sonra Tanrı İnsanı” şeklinde ifade ettiği gibi, biz de bilgiyi sıkıştırarak yasalar elde edip, bu yasalarla gerçekliğimizi inşa ettiğimizi, sonrasında bu gerçekliğin daha başka bilgileri nasıl sıkıştıracağımızı bize anlattığını söyleyebiliriz.
Karşıt görüşte olanlar olsa da, bilgiyi sıkıştırma yoluyla gerçekliği tanımlayan bu bakış açısının bilimin pratiğine olduğu kadar ruhuna da yakın olduğuna inanıyorum (bu bilimsel yöntem bölüm 10 ve 12’de tüm ayrıntılarıyla inceleniyor). Bu bakış açısı ayrıca, bir sistemle ilgili bildiklerimizin değişkenliğinin derecesini de yansıtan bilimsel bilgiyle de benzeşmektedir. Bölüm 3’te bu tespit de incelenecek.
Belki de Evrene bu açıdan bakmak, “hiçlikten var olma” karşısında “her şeyin yok olması” şeklinde adlandırılsa daha uygun olur. Nihayetinde burada gerçekliği sıkıştırma yoluyla tanımladığımızı iddia ediyoruz.
_alıntıdır_