p4inkiLLer
Kayıtlı Üye
"Mutlu Çinli" ve şekerleme dolu torbası
("Ani Bir Gök gürültüsü," #9)
Esprinin dindarlığın temel özelliklerinden biri olması üzerine
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ, VEYA GÜLEÇ BUDA OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI.
BU HOTEİ'NİN KENDİSİNE ZEN USTASI SIFATI VERMEK
VEYA ETRAFINA MÜRİD TOPLAMAK GİBİ BİR HEVESİ YOKTU.
ONUN YERİNE SIRTINDA İÇİ TATLI, MEYVA VE ŞEKERLEME DOLU
BİR TORBA İLE SOKAKLARDA YÜRÜYORDU
- BUNLARI ETRAFINI SARIP OYUNLAR OYNAYAN
ÇOCUKLARA DAĞITIYORDU.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
VE EĞER BİRİSİ ONA BAŞKALARINA DERS VERMEK ÜZERE
TAPINAĞA GERİ DÖNMESİNİ SÖYLEYECEK OLURSA
YİNE ŞÖYLE DİYORDU: "BANA BİR LİRA VERSENE."
BİR DEFASINDA OYUN-İŞİNE DALMIŞKEN
BİR BAŞKA ZEN USTASI YOLDAN GEÇİYORDU VE SORDU:
"ZEN'İN ANLAMI NEDİR?"
HOTEİ CEVAP OLARAK HEMEN TORBASINI YERE KOYUP SUSTU.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ,
"ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR?"
MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP
YOLUNA DEVAM ETTİ.
Gülmek dindarlığın özündedir. Ciddiyet asla dindarlık değildir, olamaz. Ciddiyet egoya aittir, aynı hastalığın belirtisidir. Gülmek ise egosuzluktur.
Evet, senin gülmen ile dindar birisinin gülmesi arasında fark var. Fark şurada - sen hep başkalarına gülersin, dindar kişi ise kendine veya insanoğlunun tuhaflığına güler.
Gerçek din yaşamın yüceltilmesinden başka bir şey olamaz. Ve ciddi insan özürlüdür: kendine engeller yaratır. Dans edemez, şarkı söyleyemez, kutlama yapamaz. Kutlama boyutu yaşamını terk eder. Çöle benzer. Ve eğer çöl gibiysen dindar olduğunu sanırsın ama değilsindir.
Bir dine aitsindir, ama dindar değil. Hristiyan, Hindu, Budist, Jain, Müslüman olabilirsin, ama dindar değil. Bir şeylere inanırsın, ama hiçbir şey bilmezsin. Teorilere inanırsın. Teorilerle haşır neşir olunca ciddileşirsin. Bu yükü taşımayan bir insan ise gülmeye başlar.
Varoluş oyunu tümüyle o kadar güzeldir ki ona ancak kahkaha atarak tepki verilir. Gerçek bir kahkaha dua ve şükran yerine geçer.
Bu Hotei müthiş önemli. Hotei gibi bir adam yeryüzünde nadiren gelir. Bu şanssızlık - Hotei gibi bir sürü insan olmalı; ibadet yerlerinden kahkahalar yükselmeli, dans ve şarkı olmalı. Ciddiyet yitirilirse hiçbir şey kaybolmaz - hatta insan daha sağlıklı olur. Ama kahkaha kalmazsa her şey yitirilir. Varlığının tüm coşkusu aniden uçup gider; renksiz, monoton, ölü gibi olursun. Enerjin artık akmaz olur.
Gülmek çiçek açmaktır. Buda tohumsa Hotei aynı ağacın bir çiçeği. Buda kökse Hotei aynı ağacın bir çiçeği. Ve eğer Buda'yı anlamak istiyorsan Hotei'yi anlamaya çalış. Ona Güleç Buda denmesi gayet doğru. Buda, Hotei ile olgunluğa erişiyor. Buda Hotei aracılığı ile gülüyor. Kahkahaları ile aydınlanmaya kavuşuyor.
Ama Hotei'yi anlamak zor. Onu anlamak için aynı coşku boyutunda olmak lazım. Teoriler, kavramlar, nosyonlar, ideolojiler, teolojiler, felsefeler ile fazlasıyla yüklendiysen Hotei'nin ne olduğunu göremezsin, önemini kavrayamazsın – çünkü o sana bakarken gülecektir. Gülecektir çünkü insanoğlunun bu kadar aptal ve komik olmasına inanamayacaktır.
Bu, yemek kitaplarına fazlasıyla konsantre olup yemek yapmayı unutan birine benzer; yemek hakkında kitaplara dalar, bu konuda tartışır durur - ve bu sırada açtır, ölmektedir, ama insanın kitaplar sayesinde yaşayamayacağını tamamen unutmuştur. İşte olan biten budur: insanlar İncil, Kuran, Dhammapada, Gita ile yaşıyorlar - dinin yaşanması gerektiğini tamamen unutmuşlar. Dinin sindirilmesi gerekiyor. Kanında dolaşması, iliğine kemiğine sinmesi gerekiyor. Sadece oturup da hakkında düşünemezsin. Düşünmek varlığının en yüzeysel parçası. Dini içine çekmen lazım!
Bu hikayenin derinlemesine anlaşılması gerekiyor.
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ, VEYA GÜLEÇ BUDA OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI.
İlk kez "güleç Buda" lafını duyduğunda çelişkili gibi gelir. Bir Buda ve gülüyor? Buda'yı gülerken gösteren tek bir heykel, resim, tarif yoktur. Ama bu Buda hiç gülmediğinden değil - Hintlilerin din konusundaki ciddiyetleri yüzünden.
Belki de Budizm'in Hindistan'dan silinmesinin temel nedenlerinden biri budur. Hindistan fazla ciddi, entellektüel, teori meraklısı idi. Buda ise çok basitti. Yaklaşımının akılla alakası yoktu; varoluşçu idi. Ve Hindistan punditlerin, bilginlerin, alimlerin ülkesi. Buda'nın buradan yokolması çok doğal.
O tamamen farklı bir boyut getiriyordu - tamamen orijinal bir şey; gayet doğal fakat orijinal, çünkü insanlar tarafından unutulmuştu. İnsanlığa büyük bir hizmet veriyordu. O bir pundit, bir filozof, bir metafizikçi değildi. Gayet basit bir insandı - sessiz, mutlu, capcanlı, anlık yaşayan.
Buda'yı anlamak istiyorsan Hotei aracılığı ile yola çık. Hotei onun gerçek müridi. Bu çok zor, çünkü ne zaman Buda gibi birisi ortaya çıksa etrafına bilgin ve alimler toplanır çünkü onlar için yeni bir teori kaynağı oluşturur. Hemen entellektüeller çevresini sararlar. Hakkında felsefe yapacak, yazacak, dini fikirler üretecek yeni bir şey çıkmıştır onlara. Derler ki - çok eski bir hikaye - şöyle bir şey olmuş: Bir adam aydınlandı. Şeytan'ın müridleri hemen Seylan'a koşup şöyle dediler, "Burada ne yapıyorsun? Koş hemen! Çabuk ol! Birisi Aydınlanmış - ve insanlara erişmeden onun gerçeğini yok etmemiz gerekiyor, yoksa Cehennem bomboş kalacak, kimse Cehennem'e gelmeyecek. Herkes Cennet'e gelecek!"
Dediklerine göre Şeytan sessizce gülümsedi. Dedi ki, "Meraklanmayın - aceleye, endişeye gerek yok. Alimler oraya vardılar bile. Onlar gerçeği yok ederler. Bizim işimizi öyle kusursuzca yapıyorlar ki endişelenmemize hiç lüzum yok."
Ne zaman bir gerçek doğsa, birdenbire alimler toplanır -entellektüeller, profesörler, filozoflar, teorisyenler - ve gerçeğin üzerine atlayıp onu ezerler; ölü teorilere ve dini kurallara dönüştürürler. Canlı olanlar, kağıt üstünde bir şeylere dönüşür. Gerçek değer yok olur.
Bir seferinde Hristiyan bir dostumun evinde kalıyordum. Onun İncil'ine bakıyordum: bir gül buldum. İncil'in sayfalarının arasında saklamış olmalıydı. Çok eskiydi - kurumuş, ölü, buruşmuş. Gülmeye başladım. Banyodan çıkıp koşarak geldi. "Ne?" dedi, "Niye gülüyorsun? Ne oldu ki?"
Dedim ki, "Bu gülün başına gelenler gerçeğin de başına geldi. İncil'inin sayfalarının arasında gül ölmüş. Şimdi o, bir zamanlar canlı olan bir şeyin bir hatırası sadece. Tüm kokusu, canlılığı kaybolmuş. Kağıt veya plastik çiçek kadar cansız. Tarihi var ama geleceği yok. Geçmişi var ama ümit vaat etmiyor. Ve aynısı gerçeğe de oldu. Dini kuralların arasında ölüp gitti."
Şeytan diyor ki, "Endişelenmeyin. Rahat olun - nasılsa insanlar oraya vardı bile: bilginler, profesörler, onlar anında gerçeği ezeceklerdir."
Gerçek kelimelerle değil sessizlik içinde olur. Öylesine derindir ki kelimelerle ifade edilemez. Ama eninde sonunda onu kelimelere döküp sisteme oturtacak birileri çıkagelir. Ve bu süreçte gerçek ölür.
Hotei sıradan bir dindardan tamamen farklı bir yaşam sürüyordu. Tüm yaşamı kocaman bir kahkahadan ibaretti. Derler ki Hotei bazen uykusunda bile gülerdi. Kocaman bir göbeği vardı, ve güldüğünde titrerdi. Sardar Gurdayal Singh onunla tanışmaktan zevk alırdı, o da Sardar Gurdayal Singh ile tanışmaktan. İnsanlar ona, "Niye gülüyorsun? Üstelik uykunda bile!" diye soruyorlardı. Gülmek onun için öyle doğaldı ki herhangi bir şey gülmesine yol açabilirdi. O zaman tüm yaşam, uyanık veya uykuda, bir komediye dönüşüyor.
Sen yaşamı trajediye çeviriyorsun- Trajik bir kargaşaya döndürüyorsun. Gülerken bile gülmüyorsun. Zoraki ve zorlama bir gülüş oluyor bu. Ne kalpten ne de midenden yükseliyor kahkahalar. İçinden kopup gelmiyor, dışından kaynaklanıyor. Bir neden için gülüyorsun - bunun da gülmekle alakası yok.
Duydum ki: Ufak bir işyerinde patron gene aynı bayat hikayeyi anlatıyordu. Ve herkes gülüyordu - gülmeleri gerektiği için! Hepsi hikayeden çok sıkılmıştı, ama patron patrondur, ve patron espri yaptığında gülmen lazımdır - görevinin parçası olarak. Sadece bir daktilocu kadın gülmüyor, gayet ciddi bir şekilde oturuyordu. Patron, "Neyin var senin?" dedi. "Niçin gülmüyorsun?"
"Bu ay işten ayrılıyorum" dedi kadın - o zaman ne diye gülecekti ki!
Şöyle bir şey oldu:
Nasreddin Hoca bir yabancının kahvede anlattığı hikayeyi pür dikkat dinliyordu. Ama adam o kadar belirsiz konuştu ve hikayenin en can alıcı yerini öyle berbat etti ki hiç komik olamadı, ve Hoca dışında kimseler gülmedi. Ama Hoca gayet içten güldü.
"Niye güldün, Nasreddin?" diye sordum ona, yabancı gittikten sonra.
"Ben hep gülerim," diye cevap verdi Nasreddin. "Eğer gülmezsen, bakarsın bir daha anlatmaya kalkışır."
İnsanların kendi sebepleri var. Gülmek bile iş sayılıyor; gülmek bile ekonomik, politik bir olay. Gülmek bile sadece gülmek olmaktan çıktı. Tüm saflık yitirildi. Saf, içten, çocuksu bir kahkaha atamaz oldun. Ve eğer saf bir kahkaha atamıyorsan çok değerli bir şeyleri kaybediyorsun demektir. Bekaretini, saflığını, masumiyetini kaybediyorsun.
Küçük bir çocuğu izle; gülüşünü seyret - öylesine içtendir ki. Çocuk dünyaya geldiğinde öğrendiği ilk sosyal hareket - aslında "öğrendiği" dememek lazım, çünkü onu beraberinde getiriyor - gülümsemektir. İlk sosyal hareket. Gülümseyerek toplumun bir parçası haline gelir. Çok doğal, içten görünür. Bir anne çocuğunun gülümsediğini görünce müthiş sevinir - çünkü o gülümseme sağlık ve zeka işaretidir, çocuğun aptal veya özürlü olmadığını gösterir. O gülümseme çocuğun yaşayacağını, seveceğini, mutlu olacağını gösterir. Anne buna bayılır.
Gülümsemek ilk sosyal etkinliktir, ve temel sosyal etkinlik olarak kalmalıdır. İnsan tüm hayatı boyunca gülmeli. Her türlü durumda gülebilirsen, her şeyin üstesinden gelebilirsin - ve bu da seni olgunlaştırır. Sana ağlama demiyorum. Hatta, eğer gülemiyorsan ağlayamazsın da. İkisi beraber gider; aynı fenomene aittirler: doğru ve gerçek olmaya.
Gözyaşları kurumuş olan milyonlarca insan var; gözleri ışıltısını, derinliğini yitirmiş; gözpınarları kurumuş - çünkü ağlayamıyorlar, gözyaşı dökemiyorlar. Eğer gülme özürlüysen gözyaşı da üretemezsin. Ancak güzel gülen birisi güzel ağlayabilir. Ve eğer güzelce gülüp ağlayabiliyorsan yaşıyorsun demektir. Ölüler ne gülebilir ne de ağlar. Ölü birisi ciddidir. İzle: git bir cesede bak - ölüler senden çok daha ciddi durur. Ancak canlı birisi gülüp ağlayabilir.
Bunlar senin iç dünyanın değişik halleri, mevsimler gibi - seni zenginleştirirler. Ama, zaman içinde, herkes unutuyor. Başta doğal gelen sonradan doğal olmuyor. Seni birisinin güldürmesi, gıdıklaması lazım - ancak o zaman gülebiliyorsun. Bu yüzden dünyada o kadar çok fıkra var.
Belki dikkatini çekmemiştir, ama dünyanın en iyi fıkraları Yahudilere ait. Bunun nedeni diğer ırklardan çok daha fazla çile çekmiş olmaları. Espri üretmeleri gerekiyordu, yoksa soyları uzun zaman önce tükenirdi. O kadar acı çektiler, yüzyıllar boyunca o kadar çok işkence görüp aşağılandılar ve öldürüldüler ki - bir espri yeteneği geliştirmek zorundaydılar. Bu onları kurtardı. O nedenle en güzel, komik, derin anlamlı fıkralar onlara ait.
Sana göstermeye çalıştığım şu: biz ancak gülmeye bizi zorlayan bir neden olduğunda gülüyoruz. Bir fıkra anlatılıyor, sen de gülüyorsun - çünkü fıkra sende belli bir heyecan yaratıyor. Fıkra mekanizması şöyledir: hikaye bir yönde ilerliyor, ve aniden başka tarafa dönüyor; bu dönüş öyle ani ki hiç aklına bile gelmemiş oluyor. Heyecan yükseliyor ve can alıcı noktayı bekliyorsun. Ve sonra aniden, beklediğin şeyi bulamıyorsun - beklentine cevap veremeyen tamamen farklı, tuhaf ve saçma bir şey buluyorsun.
Fıkralar mantığa uymaz. Mantıklı olursa tüm neşesini kaybeder çünkü o zaman sonunu tahmin edebilirsin. Daha fıkra anlatılırken sen sonunu bilirsin. Ama bu hiç eğlenceli olmaz. Fıkra aniden yön değiştirir, ve bu o kadar ani olur ki öngörmen imkansızdır. Kocaman bir sıçrama yapar - ve o yüzden onca kahkahaya yol açar. Seni gıdıklamanın psikolojik bir yöntemidir.
Ben fıkra anlatmak zorundayım çünkü çekiniyorum - hepiniz dindar insanlarsınız. Ciddiyete meyillisiniz. Dindarlığınızı, felsefelerinizi, teorilerinizi, sistemlerinizi unutup dünyaya düşmeniz için arada sizi gıdıklamam gerekiyor. Sizi tekrar tekrar yeryüzüne döndürmem lazım, yoksa gittikçe daha fazla ciddileşirsiniz. Ve ciddiyet kanser gibi yayılır.
Hotei’den öğrenecek çok şey var.
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI...
Şişman olmalıydı, o kadar çok güldüğüne göre. Gülmek güç verir. Günümüzde, tıp bile gülmenin doğadaki en yararlı ilaçlardan biri olduğunu söylüyor. Hastayken gülebiliyorsan sağlığına daha çabuk kavuşursun. Sağlıklıyken bile gülemiyorsan eninde sonunda sağlığını kaybedip hastalanırsın.
Gülmek içindeki enerjiyi yüzeye taşır. Enerji akmaya başlar, gölge gibi kahkahaların peşinden gider. Hiç izledin mi? Gerçekten güldüğünde birkaç dakika için derin bir meditasyon haline girersin. Düşünmek sona erer. Gülerken düşünmek imkansızdır. Birbirinin tam zıddıdır: ya gülersin ya da düşünürsün. Gerçekten gülersen düşünceler durur. Hala düşünüyorsanız gülmen şöyle-böyle olacaktır. Özürlü bir gülüştür bu.
Gerçekten güldüğünde aniden akıl yokolur. Ve tüm Zen metodolojisi akıl olmayan duruma gelmek üzerinedir - gülmek, bu duruma ulaşmak için kullanılabilecek en güzel araçlardan biri.
Bildiğim kadarıyla, dans etmek ve gülmek en iyi, doğal, kolay araçlar. Kendini dansa verdiğinde düşünmezsin. Devamlı döner durursun, ve anafora benzersin - tüm sınırlar, bölmeler ortadan kalkar. Bedeninin nerede bitip varoluşun nerede başladığını bile bilmezsin. Varoluşla bütünleşirsin; tüm sınırlar aşılır. Ve eğer gerçekten dans edersen - idareten değil de seni ele geçirmesine izin vererek - dansa kendini teslim edersen, düşünce kalmaz.
Aynı şey gülerken de olur. Kendini kahkahalara teslim edersen düşünmezsin. Ve eğer birkaç dakika boyunca akıl devrede olmadan kalırsan, bu sayede ilerde pek çok ödüle kavuşursun. Bu akılsızlık haline daha fazla girebilmen yeterli. Gittikçe düşüncelerden vazgeçmelisin.
Gülmek düşüncesiz bir ruh haline nefis bir başlangıç olur. Ve güzelliği şudur... Bazı yöntemler var - mesela bir aleve veya siyah bir noktaya konsantre olabilirsin, veya bir mantraya, ama aklın geri çekilmeye başladığında büyük olasılıkla uykun gelecektir. Çünkü akıl ortadan kalkmadan önce iki olasılık var: uyku - sushupti - ve samadhi: uyku ve satori.
Düşünceler yokolduğunda bu iki seçenek kalır: ya satori'ye geçersin - tam uyanık, düşünceden arınmış bir durum; veya tamamen uykuda, düşünceden arınmış bir durum - yani uyursun. Ve uyku daha doğal gelir, çünkü çok alışıksındır. Altmış yıl yaşadıysan yirmi yılın uykuda geçmiştir. Bu senin en önemli etkinliğin olmuştur; ömrünün üçte biri uykuda geçer. Başka hiçbir egzersiz için bu kadar zaman ve enerji harcamazsın.
O yüzden mantra tekrarlayarak meditasyon yapıyorsan, mantra seni düşüncelerden arındırana kadar sen uyumuş olursun. Ben buna bir tür trankilizan diyorum. Ve Amerika'da Maharishi'nin metoduna olan ilgi buna dayanıyor, çünkü Amerika'da uykusuzluk çok yaygın. Neredeyse sıradan hale gelmiş.
Birkaç Zen manastırında, her rahip sabaha gülerek başlamak, ve gününü aynı şekilde noktalamak zorundadır - ilk ve son işi olarak! Dene. Çok güzel oluyor. Biraz kaçık sanabilirler seni - mmm? - çünkü ortalık pek ciddi insanlarla dolu. Anlamazlar. Mutluysan eğer, hemen niçin diye sorarlar. Soru aptalcadır! Mutsuzsan kimse niye demez. Bunu doğal karşılarlar - mutsuzsan sorun yok. Herkes mutsuz. Bunun neresi garip? Onlara anlatmak istesen bile ilgilenmezler çünkü zaten biliyorlardır, kendileri de mutsuzdur. O zaman anlatmanın ne alemi var? - kısa kes!
Ama eğer sebepsiz yere gülüyorsan o zaman pür dikkat kesilirler - bir şeyler yanlış gitmektedir. Bu adam biraz delirmiş olmalı çünkü sadece deliler öyle gülerler; durup dururken gülenleri tımarhanede bulabilirsin. Bu talihsiz bir olay, ama öyle işte.
Zor olacak, eğer evliysen sabah erken saatte aniden gülmeye başlaman zor olacak. Ama dene - müthiş faydasını göreceksin. Sabah yataktan çıkmak için harika bir ruh hali. Hiç bir neden yokken! çünkü hiçbir neden yok. Hala buradasın, hayattasın, hepsi o - bu bir mucize! Saçma görünüyor! Neden yaşıyorsun? Ve dünya hala burada. Eşin hala horluyor, ve oda aynı, ve ev aynı. Bu devamlı değişen dünyada - Hindu'lar buna "maya" derler - en azından bir gece için hiçbir şey değişmemiş? Her şey yerinde: yeni başlayan sabah trafiğini duyabiliyorsun, ve sesler aynı - buna gülmeye değer!
Bir gün sabah kalkmayacaksın. Bir gün eşin horluyor olacak, ama sen orada olmayacaksın. Bir gün, ölüm gelecek. Seni yere sermeden, iyice bir gül - hala vakit varken, şöyle güzel bir kahkaha at.
Ve tüm bu saçmalığa bir bak: yine aynı gün başlıyor; ömrün boyunca hep aynı şeyleri yaptın. Yine terliklerini giyip banyoya koşacaksın - neden? Dişlerini fırçalamak, duş yapmak için - ne diye? Nereye gidiyorsun? Hazırlanıyorsun ve gidecek yerin yok! Giyin, ofise koştur - ne için? Aynı şeyleri yarın tekrar yapmak için mi?
Bu saçmalığa bir bak - ve bir güzel gül. Gözlerini açma. Uykunun bittiğini hissettiğin anda, önce gülmeye başla, sonra gözlerini aç - ve bu tüm günün gidişatını etkileyecek. Sabah erkenden gülebilirsen bütün gün gülersin. Zincirleme reaksiyon yarattın; bir şey başka bir şeye yol açar. Kahkaha daha çok kahkaha getirir.
Ve ben neredeyse hep insanların tam tersini yaptıklarını görüyorum. Sabah erkenden yataktan şikayet ederek kalkıyorlar, bıkkın, üzgün, bunalmış, mutsuz olarak. O zaman bir şey başka bir şeye yol açıyor - ve bir hiç uğruna. Ve öfkeleniyorlar...bu çok kötü çünkü bütün günün havası değişiyor, başladığı gibi sürüyor.
Zen insanları daha aklı başında. Deliliklerinin içinde senden daha akıllılar. Gülerek güne başlarlar...ve sonra gün boyu içlerinden kahkahalar yükselir. Dünyada öyle tuhaf şeyler olup bitiyor ki! Tanrı gülmekten katılıyor olmalı - yüzyıllardır dünyadaki bu saçmalıkları izliyor. Yarattığı insanlar, ve onların saçmalıkları - gerçek bir komedi bu. Gülüyor olmalı.
Güldükten sonra sessiz kalırsan bir gün Tanrı'nın da güldüğünü duyarsın, tüm varoluşun güldüğünü duyarsın -ağaçlar ve taşlar ve yıldızlar.
Ve Zen rahibi gece de uykuya gülerek dalıyor. Gün bitmiş, tiyatro kapanmış - gülerek diyor ki, '"Güle güle, ve eğer hayatta kalırsam, yarın sabah seni yeniden gülerek karşılayacağım."
Dene! Gününü gülerek başla ve bitir, ve zamanla göreceksin ki, bu ikisinin arasında gittikçe daha fazla kahkaha atıyorsun. Ve daha çok güldükçe daha dindarlaşacaksın.
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ, VEYA GÜLEÇ BUDA OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI.
BU HOTEİ'NİN KENDİSİNE ZEN USTASI SIFATI VERMEK
VEYA ETRAFINA MÜRİD TOPLAMAK GİBİ BİR HEVESİ YOKTU.
Her Usta'nın kendine özgü bir yolu vardır. Her Usta eriştiklerini kendi yoluyla ifade eder - Hotei için bu, gülmekti. Kentten kente dolaşarak hayatı boyunca yolculuk yaptı - gülerek.
Derler ki bir yere gelir, köyün ortasında durur, ve gülmeye başlardı. Ve o zaman insanlar ona gülerlerdi, bir deli geldi diye; sonra kalabalık toplanır, ve zamanla kahkahalar yayılırdı. Bulaşıcı olur, tüm ahali kahkahadan kırılırdı. Hotei kahkaha dalgaları yaratıyordu: ve bu gülüşmelerin içinde satsang oluşuyordu - Hindistan'da buna "satsang" deriz - ustanın varlığı.
Sonra, zamanla, gören gözleri olanlar ona bakmaya başlardı: "Bu adam deli değil - deli kıyafetinin içinde bir Buda var karşımızda." Sonra duyan kulakları olanlar bunun sırf bir delinin kahkahalarından ibaret olmadığını duymaya başlardı - kendileri ile Hotei arasında müthiş önemli bir alışveriş yaşanıyordu.
Bu onun kendi varlığını ifade şekliydi. Bu onun vaaz verme yöntemiydi - güzel bir yöntem.
Bir din adamı harika bir hikaye anlatırken tam ortasında küçük kızı sordu: "Peki, baba, bu gerçekten doğru mu, yoksa sadece bir vaaz mı?"
Çocuklar bile vaazın sadece vaaz olduğunu bilirler. Yaşlı adam güzel bir hikaye anlatıyordu ve küçük kızı araya girip "Peki, baba, bu gerçekten doğru mu, yoksa sadece bir vaaz mı?" diye sordu. Kız biliyor! - babası bir din adamı.
Vaazlar gerçekleri anlatmaz - tüm yaşamını bir vaaza döndürmediğin sürece. Tüm hareketlerin bir mesaja dönüşmediği, varlığın bir mesaj olmadığı sürece, vaazlar yalandan ibaret olarak kalacaktır. Hotei kendi mesajı olmuştu.
BU HOTEİ'NİN KENDİSİNE ZEN USTASI SIFATI VERMEK
VEYA ETRAFINA MÜRİD TOPLAMAK GİBİ BİR HEVESİ YOKTU.
ONUN YERİNE SIRTINDA İÇİ TATLI, MEYVA VE ŞEKERLEME DOLU
BİR TORBA İLE SOKAKLARDA YÜRÜYORDU
- BUNLARI ETRAFINI SARIP OYUNLAR OYNAYAN
ÇOCUKLARA DAĞITIYORDU.
Bu bahsedilen çocuklar bazen gerçekten çocuk oluyordu, bazen gençler, bazen de yaşlılar - o yüzden "çocuklar" sözü seni yanıltmasın. Yaşlı insanlar, kendisinden daha yaşlılar, Hotei'nin gözünde çocuktu. Hatta, Hotei ile bir temas kurabilmek için, çocuk gibi masum olman gerekiyordu. Bazı şeyler dağıtıyordu: oyuncak, tatlı, şekerleme. Bunların sembolik bir anlamı var: dindar bir insan sana bu mesajı getiriyor - yaşama fazla kafa yorma, o bir oyuncaktan ibaret. Yaşamın üstünde çok durma, o bir tatlı hepsi bu. Tadına bak ama takıntı haline getirme. Besleyici bir tarafı yok. İçinde gerçek bir şey yok. Sırf onunla yaşayamazsınız.
İsa'nın sözünü duymuşsundur: İnsan sırf ekmek yiyerek hayatta kalamaz. Peki sırf tatlı yiyerek kalabilir mi? Ekmeğin hiç olmazsa besleyici bir yanı var; tatlılarda hiçbir şey yok. Tadı güzel, ama ilerde zararını görebilirsin.
Hem çocuklara hem yaşlılara, herkese çocuk muamelesi yapardı: hepsine oyuncak verirdi - çok belirleyici. Dünyanın bir oyuncaktan ibaret olduğu daha iyi ifade edilemez. Ve senin yaşam sandığın yaşamda gerçek hiçbir taraf yok -o bir yanılgı, bir rüya, anlık bir olay. Ona yapışma.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
Ne zaman tanıdığı birisi gelse, Zen müridi, Dhyan olan ve meditasyona merakı olan birisi - mmm? - işte o zaman seyreyleyin olayı: başkalarına bir şeyler veriyordu; meditasyona eğilimi olanlara "Bana bir lira ver," diyordu. Demek istiyor ki, "Meditasyon paylaşmaktan başka bir şey değil - bana bir lira ver." Meditasyon yapıyorsan verirsin, paylaşırsın - biriktirmezsin, cimri değilsindir. Sahiplenmezsin. Bu dünyada nasıl sahiplenebilirsin ki?
Sen burada yokken dünya vardı; bir gün sen burada olmayacaksın ve dünya hala yerinde olacak. Sen kendine nasıl sahip çıkacaksın? "Sahibi benim" diye iddia edebilir misin? Herhangi bir şeye nasıl sahip olabilirsin? Eğer meditasyon yapıyorsan tüm yaşamın bir paylaşıma dönüşür. Verebileceğini verirsin - sevgin, anlayışın, merhametin - elinden geleni verirsin - enerjin, bedenin, aklın, ruhun - her ne ise. Ve bu hoşuna gider.
Bir şeyleri paylaşmak kadar büyük bir keyif yoktur. Hiç birisine bir şey verdin mi? O nedenle hediye vermek insanların bu kadar hoşuna gidiyor. Bu müthiş bir zevktir. Birisine bir şey verdiğin zaman - belki fazla maddi değeri yoktur - ama sırf o verme işlemi bile büyük tatmin yaşatır sana. Tüm yaşantısı bir armağan olan birini düşün! - onun her anı bir paylaşım - cennette yaşar. Bunun dışında cennet yoktur ki zaten.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
En yüce Hintli şairlerden biri, Rabindranath Tagore, ufak bir şiir yazmış: BANA VERİLECEK NEYİN VAR? Şiir kısa bir öyküden oluşuyor:
Bir seferinde kapıdan kapıya dolaşıp dilenmeye giderken aniden parlak bir arabanın gelip önümde durduğunu gördüm. Asil kılıklı sürücünün inip arayış içinde gözlerle bana gülümsediğini görünce, hemen istemek zorunda kalmadan kavuşacağıma emin olduğum sadakayı hayal ettim.
Bu hikayeyi bir dilenci anlatıyor. Dilenci evinden çıkıyor, ve aniden altından bir arabanın durduğunu ve içinden kralların Kralının indiğini görüyor. O gün eline iyi bir şeyler geçecek diye dilenci pek sevinmiş olmalı.
Ama bende müthiş hayal kırıklığı yaratacak şekilde bu kralların Kralı elini uzattı ve, "Bana ne vereceksin?" diye sordu. Aman Yarabbim, şaşkınlık ve kararsızlık içinde kaldım ve ona tek bir buğday tanesi uzattım ve o gece halımın üzerinde tek bir altın zerresi buldum. Sana sahip olduğum her şeyi vermediğime o kadar pişmanım ki!
Dilenci tabii ki vermeye değil almaya alışmış. Asla bir şey vermemiş. Hep dilenmeye alışık o. O yüzden kralların Kralı aniden ellerini açıp "Bana ne vereceksin?" diye sorunca aklı karışıyor, şaşırıyor, eli ayağına dolaşıyor. Duraksamış olmalı. Çantasını karıştırmıştır. Daha fazla verebilirdi, ama cesaretini toplayamadı. Sadece tek bir buğday tanesi verdi - o da sırf hayır diyemediği için. Kralların Kralına nasıl hayır diyebilirdi? Kendine geldiğinde arabanın arkasında bir toz bulutu bırakarak çekip gittiğini fark etmiş olmalı. Ama yine de, bütün gün çantasından tek bir buğday tanesi eksildi diye hayıflandı. Bunu tekrar tekrar düşünmüş olmalı; yarayı kaşımıştır.
Ve gece eve dönüp de o gün dilencilikten elde ettiklerini yere boşalttığında tek bir altın zerresi buluyor. O zaman anlıyor. O zaman ağlayıp dövünüyor, ama iş işten geçmiş -kralların Kralını bir daha nerede bulacak? Nerede? Şimdi elindeki her şeyi vermek istiyor, şimdi olaydaki mantık dışı mantığı kavradı: verdiğin her şey altına dönüşür, ve biriktirdiğin her şey de çöpe. Altın biriktirince toza dönüşür; toz verirsen altın olur - bu güzel öykünün mesajı budur. Ve ben buna kesinlikle katılıyorum.
Bu sadece ahlaki ders veren bir öykü değil: hayatın gerçek bir sırrı - ver ve milyon katını al; paylaş ve bu paylaşım seni zenginleştirsin. Biriktirip dur ve gittikçe fakirleş. Bir cimriden daha fakir birisini bulamazsın. Bir sürü şeyi vardır, ama hiçbir şeyi yoktur - çünkü ancak sana verilene sahip olabilirsin. Bu sadece görünürde bir çelişki yaratıyor.
Tekrarlayayım: Ancak sana verilene sahip olabilirsin; biriktirdiğin hiçbir şeye sahip olamazsın - paylaştığın bir şeyin efendisi olursun. Paylaş! Kayıtsız şartsız, çünkü zaten her şey elinden alınacak; ölüm senden her şeyi alacak.
Ve ölüm dilenmeyecek - kapıp gidecek, çalacak. İznini istemez; kapını vurup da "İçeri girebilir miyim efendim" diye sormaz. Hayır. Çıkagelir. Sen fark edene kadar gitmiş olursun. Bir şeyler yapabilene kadar her şey elinden gitmiş olur. Ölüm her şeyi alır.
Ölüm kapını vurmadan önce paylaş - neyin varsa. Güzel şarkı mı söylüyorsun? - söyle, paylaş. Resme mi yeteneğin var? - resim yap, paylaş. Dans etmeyi mi seviyorsun? - git dan set, paylaş. Her neyin varsa - ve paylaşacak bir şeyi olmayan biriyle hiç karşılaşmadım ben. Paylaşmak istiyorsan paylaşacak bir dolu şeyin var. İstemiyorsan da elinde yeterince vardır, ama fakirsindir, hiçbir şeyin yoktur.
Şöyle olmuş:
Nasreddin Hoca dengesini kaybedip düştüğünde iskelede balık tutuyordu.
"İmdat! İmdat!" diye bağırdı Bayan Nasreddin. "Kocam boğuluyor. İmdat! İmdat!"
Neyse ki çığlıklarını yakındaki iki güçlü kuvvetli delikanlı duydu, ve suya dalıp zavallı Nasreddin'i kurtardılar.
İskelede yatıp kururken Bayan Nasreddin eğilip ona fısıldadı, "Seni boğulmaktan kurtardılar, be adam. Onlara birkaç kuruş vermemiz gerekmez mi?"
Molla tek gözünü açıp geri fısıldadı: "Neredeyse boğuluyordum. O paranın yarısı yeter de artar bile."
Cimrinin aklı hep böyle çalışır. Dikkatli ol.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
VE EĞER BİRİSİ ONA BAŞKALARINA DERS VERMEK ÜZERE
TAPINAĞA GERİ DÖNMESİNİ SÖYLEYECEK OLURSA
YİNE ŞÖYLE DİYORDU: "BANA BİR LİRA VERSENE."
Bütün öğretisi buydu: Paylaş! Ver! Başka ne denebilir, başka ne öğretilebilir?
BİR DEFASINDA OYUN-İŞİNE DALMIŞKEN
BİR BAŞKA ZEN USTASI YOLDAN GEÇİYORDU VE SORDU:
"ZEN'İN ANLAMI NEDİR?"
HOTEİ CEVAP OLARAK HEMEN TORBASINI YERE KOYUP SUSTU.
Zen gerçeğin sözcüklerle ifade edilemeyeceğine inanır, ama hareketlerle ifade edilebilir. Bu konuda yapılacak bir şeyler vardır. Söyleyemezsin, ama gösterirsin.
Bir soru sorduklarında Zen ustaları sözlü bir karşılık beklemezler - anlayış yüklü bir hareket beklerler. Ve unutma: sözlü cevapları dini metinlerde bulabilirsin, bunlar ödünç alınabilir ama ikinci el olurlar - ve ikinci el bir cevap asla gerçek değildir. İkinci el bir gerçek doğru olamaz. İkinci el mallardan sakın.
Zen ustaları derler ki: "Anlayışını göster, konuşma! Bir hareketle sergile!" Ve bir Zen ustasını kandıramazsın. Aydınlanmış birini kandıramazsın. Evet, hareketleri de öğrenebilirsin. Örneğin: şimdi Hotei'nin bu hikayesini biliyorsun - mmm? - sırtına bir çuval alabilirsin ve yürüyebilirsin, ve ben sana gelip de "Zen'in anlamı nedir?" diye sorduğumda çuvalı yere koyuverirsin...ben de sana bir tane patlatırım! Çünkü mesele hikayeyi tekrarlamak değildir. Anlayışını göstermek zorundasın. Bu Hotei'nin anlayışı idi - onu taklit edemezsin. Ortada soru varsa cevaplamak zorundasın - kalbinden, kendi benliğinden, o anlayışlık ve farkındalık anının içinden, bir şeyler çıkarmak durumundasın.
HOTEİ CEVAP OLARAK HEMEN TORBASINI YERE KOYUP SUSTU - peki ne söylüyordu? Soru şuydu: "Zen'in anlamı nedir?" Şekerleme, oyuncak, tatlılarla dolu torbasını yere bırakıyor. Şöyle diyor: "Zen feragat etmektir - işte böyle!" Tüm maldan mülkten vazgeçmek. O anda sahip olduğu her şey o torbadaydı, başka bir şeyi yoktu, o torba dışında.
O torba gerekli değildi; başka malı yoktu. O zaman sadece gerekli olan kalıyor. Torba üzerindeki tek gereksiz şeydi. Onu yere bıraktı. Sessiz cevap olarak Zen'in dünyadan sonuna dek vazgeçmek anlamına geldiğini söylüyor. O, tüm gereksiz olandan vazgeçmektir - bu torba gibi! Ama bunu söylemiyor: gösteriyor.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ, "ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR? Anlamı bu olabilir, ama nasıl hayata geçirilecek?" MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP YOLUNA DEVAM ETTİ.
Diyor ki, "Dünyadan feragat ederiz ancak ondan kaçmayız. Hayata geçirmek böyle olur. Dünyadan feragat ederiz ancak dünyada yaşarız." Yine torba omuzundadır, yine hareket halindedir, ama bir şeylere takılıp kalmaz. Torba yere bırakılmıştır! - aslında torbadan ruhen uzaklaşmıştır. Ona hiçbir bağlılığı yoktur. Ama yine de onu taşır; hayatta kaldığı sürece taşıyacaktır.
Zen kaçışın feragat etmek anlamına gelmediğini söyler -benim mesajım da böyle. Hotei'yi bu yüzden seviyorum: gerçekten derin ve engin bir farkındalık sergiliyor. Bir şeylere takılı kalma, ama burada ol - çünkü başka bir yer yok. Tek dünya burası - başka yok. Yani, tapınak ve manastırlarda, Himalayalardaki mağaralarda oturan şu keşişlerin ve munilerin ve sadhuların hepsi kaçıştalar. Feragat et! - ama kaçmaya gerek yok. Feragat et ama burada ol. Dünyada ol, ama ona ait olma. Kalabalıkta kal ama bireyselliğini koru. Bin bir tane iş yap - ne gerekiyorsa, onu yap - ama asla iş bitirici olma. Egoyu şişirme - hepsi bu.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ,
"ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR?"
Özü feragat etmektir. Hayata geçirmesi, uygulaması dünyada yaşayıp ona ait olmamakla gerçekleşir.
MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP
YOLUNA DEVAM ETTİ.
Bunu anlamak çok zor, çünkü yüzyıllar boyunca dünyadan kaçıp onu lanetleyen korkak insanlar senin beynini yozlaştırıp varlığını zehirlediler. Anlaması zor, ama eğer anlayabilirsen çok yararını görürsün, müthiş faydalı olur.
Kaçan bir insan anlayış sahibi olamaz. Kaçması korktuğunu gösterir, anladığını değil. Eğer, "Bu kargaşada nasıl mutlu olabilirim? Bu keşmekeşte nasıl sakin kalabilirim?" deyip de Himalayaların sükunetine kaçarsan huzuru yakalama olasılığından kaçmış oluyorsun - çünkü bu kargaşa bir kontrast yaratır; bu keşmekeş sayesinde sükunet ihtiyacı doğar; bu ortamda dikkat dağılır. Ve sen tüm bu dikkat dağıtıcı unsurların üstesinden gelmek zorundasın.
Himalayalara kaçarsan biraz huzur bulabilirsin ama aynı zamanda biraz aptallaşırsın. Sessizliği hissetmeye başlarsın, ama bu senin değil Himalayaların sessizliğidir. Geri gelince onu da geride bırakırsın - yalnız dönersin. Ve dünyaya dönünce eskisinden de daha fazla rahatsızlık duyarsın çünkü daha yumuşak ve duyarlı hale gelmiş olursun. Ve üstelik bir önyargı ile, sükunete eriştiğin fikri ile gelirsin. Daha egoist olursun.
O nedenle manastırlara kapanan insanlar dünyaya dönmekten çok korkarlar. Dünya sınavdır. Dünya kriterdir. Ve dünyada olup yavaş yavaş sessizliğe erişmek daha kolaydır, o zaman Himalayaların sessizliği içine işler. Himalayalara gitmezsin: onlar sana gelirler. O zaman sessizlik sana ait olur, o zaman üstesinden gelirsin.
Ben kaçış öğretmiyorum. Aynı zamanda vazgeçmeyi öğretiyorum. Birçok yaşlı, Ortodoks görüşlü kişi bana gelip diyorlar ki, "Bu nasıl bir feragat etmedir? İnsanlar mürid olmuşlar - hala aileleriyle, karılarıyla, çocuklarıyla yaşıyor, işlerine güçlerine gidiyorlar - bu nasıl bir vazgeçmektir?" Onların vazgeçmek anlayışı tek boyutta kalıyor - kaçış boyutunda. Halbuki bu çok boyutlu. Feragat edip hala burada yaşamak, vazgeçmek ama vazgeçmemek, değişmek ama sıradanlığını korumak, benliğini tamamen değişimden geçirmek ama diğer herkes gibi sıradan dünyada yaşamak.
Zen'deki feragat kavramı ile benimki birebir örtüşüyor. Ama bu zor çünkü dünya o kadar çok lanetlenmiş ki bu neredeyse bilinçdışı bir olay haline gelmiş; lanetlemek ve reddetmek şeklinde düşünmek normal sayılıyor. Birisi senin dünyevi zevklere düşkün olduğunu söylese alınırsın. Birisini lekelemek istediğinde sefahate düşkün dersin - böylece onu lanetlemiş olursun.
Bu dünyanın keyfini çıkarmak yanlış bir şey değil. Dünyada kal, ama yine de maddiyatçı olma - işte iki zıt nokta arasında yaşamanın, kendini dengelemenin sırrı, işin püf noktası burada. Çok dar bir yol, tıpkı bıçak sırtı gibi - ama tek yol da o. Bu dengeyi kaçırırsan gerçeği kaçırmış olursun.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ,
"ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR?"
MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP
YOLUNA DEVAM ETTİ.
Şimdi bu dünyada kal, ve yoluna devam et, ve benliğinden kahkahayı eksik etme. Tanrı yolunda dan set! Tanrı yolunda hep gül! Tanrı yolunda şarkılar söyle!
OSHO
("Ani Bir Gök gürültüsü," #9)
Esprinin dindarlığın temel özelliklerinden biri olması üzerine
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ, VEYA GÜLEÇ BUDA OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI.
BU HOTEİ'NİN KENDİSİNE ZEN USTASI SIFATI VERMEK
VEYA ETRAFINA MÜRİD TOPLAMAK GİBİ BİR HEVESİ YOKTU.
ONUN YERİNE SIRTINDA İÇİ TATLI, MEYVA VE ŞEKERLEME DOLU
BİR TORBA İLE SOKAKLARDA YÜRÜYORDU
- BUNLARI ETRAFINI SARIP OYUNLAR OYNAYAN
ÇOCUKLARA DAĞITIYORDU.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
VE EĞER BİRİSİ ONA BAŞKALARINA DERS VERMEK ÜZERE
TAPINAĞA GERİ DÖNMESİNİ SÖYLEYECEK OLURSA
YİNE ŞÖYLE DİYORDU: "BANA BİR LİRA VERSENE."
BİR DEFASINDA OYUN-İŞİNE DALMIŞKEN
BİR BAŞKA ZEN USTASI YOLDAN GEÇİYORDU VE SORDU:
"ZEN'İN ANLAMI NEDİR?"
HOTEİ CEVAP OLARAK HEMEN TORBASINI YERE KOYUP SUSTU.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ,
"ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR?"
MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP
YOLUNA DEVAM ETTİ.
Gülmek dindarlığın özündedir. Ciddiyet asla dindarlık değildir, olamaz. Ciddiyet egoya aittir, aynı hastalığın belirtisidir. Gülmek ise egosuzluktur.
Evet, senin gülmen ile dindar birisinin gülmesi arasında fark var. Fark şurada - sen hep başkalarına gülersin, dindar kişi ise kendine veya insanoğlunun tuhaflığına güler.
Gerçek din yaşamın yüceltilmesinden başka bir şey olamaz. Ve ciddi insan özürlüdür: kendine engeller yaratır. Dans edemez, şarkı söyleyemez, kutlama yapamaz. Kutlama boyutu yaşamını terk eder. Çöle benzer. Ve eğer çöl gibiysen dindar olduğunu sanırsın ama değilsindir.
Bir dine aitsindir, ama dindar değil. Hristiyan, Hindu, Budist, Jain, Müslüman olabilirsin, ama dindar değil. Bir şeylere inanırsın, ama hiçbir şey bilmezsin. Teorilere inanırsın. Teorilerle haşır neşir olunca ciddileşirsin. Bu yükü taşımayan bir insan ise gülmeye başlar.
Varoluş oyunu tümüyle o kadar güzeldir ki ona ancak kahkaha atarak tepki verilir. Gerçek bir kahkaha dua ve şükran yerine geçer.
Bu Hotei müthiş önemli. Hotei gibi bir adam yeryüzünde nadiren gelir. Bu şanssızlık - Hotei gibi bir sürü insan olmalı; ibadet yerlerinden kahkahalar yükselmeli, dans ve şarkı olmalı. Ciddiyet yitirilirse hiçbir şey kaybolmaz - hatta insan daha sağlıklı olur. Ama kahkaha kalmazsa her şey yitirilir. Varlığının tüm coşkusu aniden uçup gider; renksiz, monoton, ölü gibi olursun. Enerjin artık akmaz olur.
Gülmek çiçek açmaktır. Buda tohumsa Hotei aynı ağacın bir çiçeği. Buda kökse Hotei aynı ağacın bir çiçeği. Ve eğer Buda'yı anlamak istiyorsan Hotei'yi anlamaya çalış. Ona Güleç Buda denmesi gayet doğru. Buda, Hotei ile olgunluğa erişiyor. Buda Hotei aracılığı ile gülüyor. Kahkahaları ile aydınlanmaya kavuşuyor.
Ama Hotei'yi anlamak zor. Onu anlamak için aynı coşku boyutunda olmak lazım. Teoriler, kavramlar, nosyonlar, ideolojiler, teolojiler, felsefeler ile fazlasıyla yüklendiysen Hotei'nin ne olduğunu göremezsin, önemini kavrayamazsın – çünkü o sana bakarken gülecektir. Gülecektir çünkü insanoğlunun bu kadar aptal ve komik olmasına inanamayacaktır.
Bu, yemek kitaplarına fazlasıyla konsantre olup yemek yapmayı unutan birine benzer; yemek hakkında kitaplara dalar, bu konuda tartışır durur - ve bu sırada açtır, ölmektedir, ama insanın kitaplar sayesinde yaşayamayacağını tamamen unutmuştur. İşte olan biten budur: insanlar İncil, Kuran, Dhammapada, Gita ile yaşıyorlar - dinin yaşanması gerektiğini tamamen unutmuşlar. Dinin sindirilmesi gerekiyor. Kanında dolaşması, iliğine kemiğine sinmesi gerekiyor. Sadece oturup da hakkında düşünemezsin. Düşünmek varlığının en yüzeysel parçası. Dini içine çekmen lazım!
Bu hikayenin derinlemesine anlaşılması gerekiyor.
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ, VEYA GÜLEÇ BUDA OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI.
İlk kez "güleç Buda" lafını duyduğunda çelişkili gibi gelir. Bir Buda ve gülüyor? Buda'yı gülerken gösteren tek bir heykel, resim, tarif yoktur. Ama bu Buda hiç gülmediğinden değil - Hintlilerin din konusundaki ciddiyetleri yüzünden.
Belki de Budizm'in Hindistan'dan silinmesinin temel nedenlerinden biri budur. Hindistan fazla ciddi, entellektüel, teori meraklısı idi. Buda ise çok basitti. Yaklaşımının akılla alakası yoktu; varoluşçu idi. Ve Hindistan punditlerin, bilginlerin, alimlerin ülkesi. Buda'nın buradan yokolması çok doğal.
O tamamen farklı bir boyut getiriyordu - tamamen orijinal bir şey; gayet doğal fakat orijinal, çünkü insanlar tarafından unutulmuştu. İnsanlığa büyük bir hizmet veriyordu. O bir pundit, bir filozof, bir metafizikçi değildi. Gayet basit bir insandı - sessiz, mutlu, capcanlı, anlık yaşayan.
Buda'yı anlamak istiyorsan Hotei aracılığı ile yola çık. Hotei onun gerçek müridi. Bu çok zor, çünkü ne zaman Buda gibi birisi ortaya çıksa etrafına bilgin ve alimler toplanır çünkü onlar için yeni bir teori kaynağı oluşturur. Hemen entellektüeller çevresini sararlar. Hakkında felsefe yapacak, yazacak, dini fikirler üretecek yeni bir şey çıkmıştır onlara. Derler ki - çok eski bir hikaye - şöyle bir şey olmuş: Bir adam aydınlandı. Şeytan'ın müridleri hemen Seylan'a koşup şöyle dediler, "Burada ne yapıyorsun? Koş hemen! Çabuk ol! Birisi Aydınlanmış - ve insanlara erişmeden onun gerçeğini yok etmemiz gerekiyor, yoksa Cehennem bomboş kalacak, kimse Cehennem'e gelmeyecek. Herkes Cennet'e gelecek!"
Dediklerine göre Şeytan sessizce gülümsedi. Dedi ki, "Meraklanmayın - aceleye, endişeye gerek yok. Alimler oraya vardılar bile. Onlar gerçeği yok ederler. Bizim işimizi öyle kusursuzca yapıyorlar ki endişelenmemize hiç lüzum yok."
Ne zaman bir gerçek doğsa, birdenbire alimler toplanır -entellektüeller, profesörler, filozoflar, teorisyenler - ve gerçeğin üzerine atlayıp onu ezerler; ölü teorilere ve dini kurallara dönüştürürler. Canlı olanlar, kağıt üstünde bir şeylere dönüşür. Gerçek değer yok olur.
Bir seferinde Hristiyan bir dostumun evinde kalıyordum. Onun İncil'ine bakıyordum: bir gül buldum. İncil'in sayfalarının arasında saklamış olmalıydı. Çok eskiydi - kurumuş, ölü, buruşmuş. Gülmeye başladım. Banyodan çıkıp koşarak geldi. "Ne?" dedi, "Niye gülüyorsun? Ne oldu ki?"
Dedim ki, "Bu gülün başına gelenler gerçeğin de başına geldi. İncil'inin sayfalarının arasında gül ölmüş. Şimdi o, bir zamanlar canlı olan bir şeyin bir hatırası sadece. Tüm kokusu, canlılığı kaybolmuş. Kağıt veya plastik çiçek kadar cansız. Tarihi var ama geleceği yok. Geçmişi var ama ümit vaat etmiyor. Ve aynısı gerçeğe de oldu. Dini kuralların arasında ölüp gitti."
Şeytan diyor ki, "Endişelenmeyin. Rahat olun - nasılsa insanlar oraya vardı bile: bilginler, profesörler, onlar anında gerçeği ezeceklerdir."
Gerçek kelimelerle değil sessizlik içinde olur. Öylesine derindir ki kelimelerle ifade edilemez. Ama eninde sonunda onu kelimelere döküp sisteme oturtacak birileri çıkagelir. Ve bu süreçte gerçek ölür.
Hotei sıradan bir dindardan tamamen farklı bir yaşam sürüyordu. Tüm yaşamı kocaman bir kahkahadan ibaretti. Derler ki Hotei bazen uykusunda bile gülerdi. Kocaman bir göbeği vardı, ve güldüğünde titrerdi. Sardar Gurdayal Singh onunla tanışmaktan zevk alırdı, o da Sardar Gurdayal Singh ile tanışmaktan. İnsanlar ona, "Niye gülüyorsun? Üstelik uykunda bile!" diye soruyorlardı. Gülmek onun için öyle doğaldı ki herhangi bir şey gülmesine yol açabilirdi. O zaman tüm yaşam, uyanık veya uykuda, bir komediye dönüşüyor.
Sen yaşamı trajediye çeviriyorsun- Trajik bir kargaşaya döndürüyorsun. Gülerken bile gülmüyorsun. Zoraki ve zorlama bir gülüş oluyor bu. Ne kalpten ne de midenden yükseliyor kahkahalar. İçinden kopup gelmiyor, dışından kaynaklanıyor. Bir neden için gülüyorsun - bunun da gülmekle alakası yok.
Duydum ki: Ufak bir işyerinde patron gene aynı bayat hikayeyi anlatıyordu. Ve herkes gülüyordu - gülmeleri gerektiği için! Hepsi hikayeden çok sıkılmıştı, ama patron patrondur, ve patron espri yaptığında gülmen lazımdır - görevinin parçası olarak. Sadece bir daktilocu kadın gülmüyor, gayet ciddi bir şekilde oturuyordu. Patron, "Neyin var senin?" dedi. "Niçin gülmüyorsun?"
"Bu ay işten ayrılıyorum" dedi kadın - o zaman ne diye gülecekti ki!
Şöyle bir şey oldu:
Nasreddin Hoca bir yabancının kahvede anlattığı hikayeyi pür dikkat dinliyordu. Ama adam o kadar belirsiz konuştu ve hikayenin en can alıcı yerini öyle berbat etti ki hiç komik olamadı, ve Hoca dışında kimseler gülmedi. Ama Hoca gayet içten güldü.
"Niye güldün, Nasreddin?" diye sordum ona, yabancı gittikten sonra.
"Ben hep gülerim," diye cevap verdi Nasreddin. "Eğer gülmezsen, bakarsın bir daha anlatmaya kalkışır."
İnsanların kendi sebepleri var. Gülmek bile iş sayılıyor; gülmek bile ekonomik, politik bir olay. Gülmek bile sadece gülmek olmaktan çıktı. Tüm saflık yitirildi. Saf, içten, çocuksu bir kahkaha atamaz oldun. Ve eğer saf bir kahkaha atamıyorsan çok değerli bir şeyleri kaybediyorsun demektir. Bekaretini, saflığını, masumiyetini kaybediyorsun.
Küçük bir çocuğu izle; gülüşünü seyret - öylesine içtendir ki. Çocuk dünyaya geldiğinde öğrendiği ilk sosyal hareket - aslında "öğrendiği" dememek lazım, çünkü onu beraberinde getiriyor - gülümsemektir. İlk sosyal hareket. Gülümseyerek toplumun bir parçası haline gelir. Çok doğal, içten görünür. Bir anne çocuğunun gülümsediğini görünce müthiş sevinir - çünkü o gülümseme sağlık ve zeka işaretidir, çocuğun aptal veya özürlü olmadığını gösterir. O gülümseme çocuğun yaşayacağını, seveceğini, mutlu olacağını gösterir. Anne buna bayılır.
Gülümsemek ilk sosyal etkinliktir, ve temel sosyal etkinlik olarak kalmalıdır. İnsan tüm hayatı boyunca gülmeli. Her türlü durumda gülebilirsen, her şeyin üstesinden gelebilirsin - ve bu da seni olgunlaştırır. Sana ağlama demiyorum. Hatta, eğer gülemiyorsan ağlayamazsın da. İkisi beraber gider; aynı fenomene aittirler: doğru ve gerçek olmaya.
Gözyaşları kurumuş olan milyonlarca insan var; gözleri ışıltısını, derinliğini yitirmiş; gözpınarları kurumuş - çünkü ağlayamıyorlar, gözyaşı dökemiyorlar. Eğer gülme özürlüysen gözyaşı da üretemezsin. Ancak güzel gülen birisi güzel ağlayabilir. Ve eğer güzelce gülüp ağlayabiliyorsan yaşıyorsun demektir. Ölüler ne gülebilir ne de ağlar. Ölü birisi ciddidir. İzle: git bir cesede bak - ölüler senden çok daha ciddi durur. Ancak canlı birisi gülüp ağlayabilir.
Bunlar senin iç dünyanın değişik halleri, mevsimler gibi - seni zenginleştirirler. Ama, zaman içinde, herkes unutuyor. Başta doğal gelen sonradan doğal olmuyor. Seni birisinin güldürmesi, gıdıklaması lazım - ancak o zaman gülebiliyorsun. Bu yüzden dünyada o kadar çok fıkra var.
Belki dikkatini çekmemiştir, ama dünyanın en iyi fıkraları Yahudilere ait. Bunun nedeni diğer ırklardan çok daha fazla çile çekmiş olmaları. Espri üretmeleri gerekiyordu, yoksa soyları uzun zaman önce tükenirdi. O kadar acı çektiler, yüzyıllar boyunca o kadar çok işkence görüp aşağılandılar ve öldürüldüler ki - bir espri yeteneği geliştirmek zorundaydılar. Bu onları kurtardı. O nedenle en güzel, komik, derin anlamlı fıkralar onlara ait.
Sana göstermeye çalıştığım şu: biz ancak gülmeye bizi zorlayan bir neden olduğunda gülüyoruz. Bir fıkra anlatılıyor, sen de gülüyorsun - çünkü fıkra sende belli bir heyecan yaratıyor. Fıkra mekanizması şöyledir: hikaye bir yönde ilerliyor, ve aniden başka tarafa dönüyor; bu dönüş öyle ani ki hiç aklına bile gelmemiş oluyor. Heyecan yükseliyor ve can alıcı noktayı bekliyorsun. Ve sonra aniden, beklediğin şeyi bulamıyorsun - beklentine cevap veremeyen tamamen farklı, tuhaf ve saçma bir şey buluyorsun.
Fıkralar mantığa uymaz. Mantıklı olursa tüm neşesini kaybeder çünkü o zaman sonunu tahmin edebilirsin. Daha fıkra anlatılırken sen sonunu bilirsin. Ama bu hiç eğlenceli olmaz. Fıkra aniden yön değiştirir, ve bu o kadar ani olur ki öngörmen imkansızdır. Kocaman bir sıçrama yapar - ve o yüzden onca kahkahaya yol açar. Seni gıdıklamanın psikolojik bir yöntemidir.
Ben fıkra anlatmak zorundayım çünkü çekiniyorum - hepiniz dindar insanlarsınız. Ciddiyete meyillisiniz. Dindarlığınızı, felsefelerinizi, teorilerinizi, sistemlerinizi unutup dünyaya düşmeniz için arada sizi gıdıklamam gerekiyor. Sizi tekrar tekrar yeryüzüne döndürmem lazım, yoksa gittikçe daha fazla ciddileşirsiniz. Ve ciddiyet kanser gibi yayılır.
Hotei’den öğrenecek çok şey var.
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI...
Şişman olmalıydı, o kadar çok güldüğüne göre. Gülmek güç verir. Günümüzde, tıp bile gülmenin doğadaki en yararlı ilaçlardan biri olduğunu söylüyor. Hastayken gülebiliyorsan sağlığına daha çabuk kavuşursun. Sağlıklıyken bile gülemiyorsan eninde sonunda sağlığını kaybedip hastalanırsın.
Gülmek içindeki enerjiyi yüzeye taşır. Enerji akmaya başlar, gölge gibi kahkahaların peşinden gider. Hiç izledin mi? Gerçekten güldüğünde birkaç dakika için derin bir meditasyon haline girersin. Düşünmek sona erer. Gülerken düşünmek imkansızdır. Birbirinin tam zıddıdır: ya gülersin ya da düşünürsün. Gerçekten gülersen düşünceler durur. Hala düşünüyorsanız gülmen şöyle-böyle olacaktır. Özürlü bir gülüştür bu.
Gerçekten güldüğünde aniden akıl yokolur. Ve tüm Zen metodolojisi akıl olmayan duruma gelmek üzerinedir - gülmek, bu duruma ulaşmak için kullanılabilecek en güzel araçlardan biri.
Bildiğim kadarıyla, dans etmek ve gülmek en iyi, doğal, kolay araçlar. Kendini dansa verdiğinde düşünmezsin. Devamlı döner durursun, ve anafora benzersin - tüm sınırlar, bölmeler ortadan kalkar. Bedeninin nerede bitip varoluşun nerede başladığını bile bilmezsin. Varoluşla bütünleşirsin; tüm sınırlar aşılır. Ve eğer gerçekten dans edersen - idareten değil de seni ele geçirmesine izin vererek - dansa kendini teslim edersen, düşünce kalmaz.
Aynı şey gülerken de olur. Kendini kahkahalara teslim edersen düşünmezsin. Ve eğer birkaç dakika boyunca akıl devrede olmadan kalırsan, bu sayede ilerde pek çok ödüle kavuşursun. Bu akılsızlık haline daha fazla girebilmen yeterli. Gittikçe düşüncelerden vazgeçmelisin.
Gülmek düşüncesiz bir ruh haline nefis bir başlangıç olur. Ve güzelliği şudur... Bazı yöntemler var - mesela bir aleve veya siyah bir noktaya konsantre olabilirsin, veya bir mantraya, ama aklın geri çekilmeye başladığında büyük olasılıkla uykun gelecektir. Çünkü akıl ortadan kalkmadan önce iki olasılık var: uyku - sushupti - ve samadhi: uyku ve satori.
Düşünceler yokolduğunda bu iki seçenek kalır: ya satori'ye geçersin - tam uyanık, düşünceden arınmış bir durum; veya tamamen uykuda, düşünceden arınmış bir durum - yani uyursun. Ve uyku daha doğal gelir, çünkü çok alışıksındır. Altmış yıl yaşadıysan yirmi yılın uykuda geçmiştir. Bu senin en önemli etkinliğin olmuştur; ömrünün üçte biri uykuda geçer. Başka hiçbir egzersiz için bu kadar zaman ve enerji harcamazsın.
O yüzden mantra tekrarlayarak meditasyon yapıyorsan, mantra seni düşüncelerden arındırana kadar sen uyumuş olursun. Ben buna bir tür trankilizan diyorum. Ve Amerika'da Maharishi'nin metoduna olan ilgi buna dayanıyor, çünkü Amerika'da uykusuzluk çok yaygın. Neredeyse sıradan hale gelmiş.
Birkaç Zen manastırında, her rahip sabaha gülerek başlamak, ve gününü aynı şekilde noktalamak zorundadır - ilk ve son işi olarak! Dene. Çok güzel oluyor. Biraz kaçık sanabilirler seni - mmm? - çünkü ortalık pek ciddi insanlarla dolu. Anlamazlar. Mutluysan eğer, hemen niçin diye sorarlar. Soru aptalcadır! Mutsuzsan kimse niye demez. Bunu doğal karşılarlar - mutsuzsan sorun yok. Herkes mutsuz. Bunun neresi garip? Onlara anlatmak istesen bile ilgilenmezler çünkü zaten biliyorlardır, kendileri de mutsuzdur. O zaman anlatmanın ne alemi var? - kısa kes!
Ama eğer sebepsiz yere gülüyorsan o zaman pür dikkat kesilirler - bir şeyler yanlış gitmektedir. Bu adam biraz delirmiş olmalı çünkü sadece deliler öyle gülerler; durup dururken gülenleri tımarhanede bulabilirsin. Bu talihsiz bir olay, ama öyle işte.
Zor olacak, eğer evliysen sabah erken saatte aniden gülmeye başlaman zor olacak. Ama dene - müthiş faydasını göreceksin. Sabah yataktan çıkmak için harika bir ruh hali. Hiç bir neden yokken! çünkü hiçbir neden yok. Hala buradasın, hayattasın, hepsi o - bu bir mucize! Saçma görünüyor! Neden yaşıyorsun? Ve dünya hala burada. Eşin hala horluyor, ve oda aynı, ve ev aynı. Bu devamlı değişen dünyada - Hindu'lar buna "maya" derler - en azından bir gece için hiçbir şey değişmemiş? Her şey yerinde: yeni başlayan sabah trafiğini duyabiliyorsun, ve sesler aynı - buna gülmeye değer!
Bir gün sabah kalkmayacaksın. Bir gün eşin horluyor olacak, ama sen orada olmayacaksın. Bir gün, ölüm gelecek. Seni yere sermeden, iyice bir gül - hala vakit varken, şöyle güzel bir kahkaha at.
Ve tüm bu saçmalığa bir bak: yine aynı gün başlıyor; ömrün boyunca hep aynı şeyleri yaptın. Yine terliklerini giyip banyoya koşacaksın - neden? Dişlerini fırçalamak, duş yapmak için - ne diye? Nereye gidiyorsun? Hazırlanıyorsun ve gidecek yerin yok! Giyin, ofise koştur - ne için? Aynı şeyleri yarın tekrar yapmak için mi?
Bu saçmalığa bir bak - ve bir güzel gül. Gözlerini açma. Uykunun bittiğini hissettiğin anda, önce gülmeye başla, sonra gözlerini aç - ve bu tüm günün gidişatını etkileyecek. Sabah erkenden gülebilirsen bütün gün gülersin. Zincirleme reaksiyon yarattın; bir şey başka bir şeye yol açar. Kahkaha daha çok kahkaha getirir.
Ve ben neredeyse hep insanların tam tersini yaptıklarını görüyorum. Sabah erkenden yataktan şikayet ederek kalkıyorlar, bıkkın, üzgün, bunalmış, mutsuz olarak. O zaman bir şey başka bir şeye yol açıyor - ve bir hiç uğruna. Ve öfkeleniyorlar...bu çok kötü çünkü bütün günün havası değişiyor, başladığı gibi sürüyor.
Zen insanları daha aklı başında. Deliliklerinin içinde senden daha akıllılar. Gülerek güne başlarlar...ve sonra gün boyu içlerinden kahkahalar yükselir. Dünyada öyle tuhaf şeyler olup bitiyor ki! Tanrı gülmekten katılıyor olmalı - yüzyıllardır dünyadaki bu saçmalıkları izliyor. Yarattığı insanlar, ve onların saçmalıkları - gerçek bir komedi bu. Gülüyor olmalı.
Güldükten sonra sessiz kalırsan bir gün Tanrı'nın da güldüğünü duyarsın, tüm varoluşun güldüğünü duyarsın -ağaçlar ve taşlar ve yıldızlar.
Ve Zen rahibi gece de uykuya gülerek dalıyor. Gün bitmiş, tiyatro kapanmış - gülerek diyor ki, '"Güle güle, ve eğer hayatta kalırsam, yarın sabah seni yeniden gülerek karşılayacağım."
Dene! Gününü gülerek başla ve bitir, ve zamanla göreceksin ki, bu ikisinin arasında gittikçe daha fazla kahkaha atıyorsun. Ve daha çok güldükçe daha dindarlaşacaksın.
TANG HANEDANI ZAMANINDA
MUTLU ÇİNLİ, VEYA GÜLEÇ BUDA OLARAK ADLANDIRILAN
ŞİŞMAN BİR ADAM VARDI.
BU HOTEİ'NİN KENDİSİNE ZEN USTASI SIFATI VERMEK
VEYA ETRAFINA MÜRİD TOPLAMAK GİBİ BİR HEVESİ YOKTU.
Her Usta'nın kendine özgü bir yolu vardır. Her Usta eriştiklerini kendi yoluyla ifade eder - Hotei için bu, gülmekti. Kentten kente dolaşarak hayatı boyunca yolculuk yaptı - gülerek.
Derler ki bir yere gelir, köyün ortasında durur, ve gülmeye başlardı. Ve o zaman insanlar ona gülerlerdi, bir deli geldi diye; sonra kalabalık toplanır, ve zamanla kahkahalar yayılırdı. Bulaşıcı olur, tüm ahali kahkahadan kırılırdı. Hotei kahkaha dalgaları yaratıyordu: ve bu gülüşmelerin içinde satsang oluşuyordu - Hindistan'da buna "satsang" deriz - ustanın varlığı.
Sonra, zamanla, gören gözleri olanlar ona bakmaya başlardı: "Bu adam deli değil - deli kıyafetinin içinde bir Buda var karşımızda." Sonra duyan kulakları olanlar bunun sırf bir delinin kahkahalarından ibaret olmadığını duymaya başlardı - kendileri ile Hotei arasında müthiş önemli bir alışveriş yaşanıyordu.
Bu onun kendi varlığını ifade şekliydi. Bu onun vaaz verme yöntemiydi - güzel bir yöntem.
Bir din adamı harika bir hikaye anlatırken tam ortasında küçük kızı sordu: "Peki, baba, bu gerçekten doğru mu, yoksa sadece bir vaaz mı?"
Çocuklar bile vaazın sadece vaaz olduğunu bilirler. Yaşlı adam güzel bir hikaye anlatıyordu ve küçük kızı araya girip "Peki, baba, bu gerçekten doğru mu, yoksa sadece bir vaaz mı?" diye sordu. Kız biliyor! - babası bir din adamı.
Vaazlar gerçekleri anlatmaz - tüm yaşamını bir vaaza döndürmediğin sürece. Tüm hareketlerin bir mesaja dönüşmediği, varlığın bir mesaj olmadığı sürece, vaazlar yalandan ibaret olarak kalacaktır. Hotei kendi mesajı olmuştu.
BU HOTEİ'NİN KENDİSİNE ZEN USTASI SIFATI VERMEK
VEYA ETRAFINA MÜRİD TOPLAMAK GİBİ BİR HEVESİ YOKTU.
ONUN YERİNE SIRTINDA İÇİ TATLI, MEYVA VE ŞEKERLEME DOLU
BİR TORBA İLE SOKAKLARDA YÜRÜYORDU
- BUNLARI ETRAFINI SARIP OYUNLAR OYNAYAN
ÇOCUKLARA DAĞITIYORDU.
Bu bahsedilen çocuklar bazen gerçekten çocuk oluyordu, bazen gençler, bazen de yaşlılar - o yüzden "çocuklar" sözü seni yanıltmasın. Yaşlı insanlar, kendisinden daha yaşlılar, Hotei'nin gözünde çocuktu. Hatta, Hotei ile bir temas kurabilmek için, çocuk gibi masum olman gerekiyordu. Bazı şeyler dağıtıyordu: oyuncak, tatlı, şekerleme. Bunların sembolik bir anlamı var: dindar bir insan sana bu mesajı getiriyor - yaşama fazla kafa yorma, o bir oyuncaktan ibaret. Yaşamın üstünde çok durma, o bir tatlı hepsi bu. Tadına bak ama takıntı haline getirme. Besleyici bir tarafı yok. İçinde gerçek bir şey yok. Sırf onunla yaşayamazsınız.
İsa'nın sözünü duymuşsundur: İnsan sırf ekmek yiyerek hayatta kalamaz. Peki sırf tatlı yiyerek kalabilir mi? Ekmeğin hiç olmazsa besleyici bir yanı var; tatlılarda hiçbir şey yok. Tadı güzel, ama ilerde zararını görebilirsin.
Hem çocuklara hem yaşlılara, herkese çocuk muamelesi yapardı: hepsine oyuncak verirdi - çok belirleyici. Dünyanın bir oyuncaktan ibaret olduğu daha iyi ifade edilemez. Ve senin yaşam sandığın yaşamda gerçek hiçbir taraf yok -o bir yanılgı, bir rüya, anlık bir olay. Ona yapışma.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
Ne zaman tanıdığı birisi gelse, Zen müridi, Dhyan olan ve meditasyona merakı olan birisi - mmm? - işte o zaman seyreyleyin olayı: başkalarına bir şeyler veriyordu; meditasyona eğilimi olanlara "Bana bir lira ver," diyordu. Demek istiyor ki, "Meditasyon paylaşmaktan başka bir şey değil - bana bir lira ver." Meditasyon yapıyorsan verirsin, paylaşırsın - biriktirmezsin, cimri değilsindir. Sahiplenmezsin. Bu dünyada nasıl sahiplenebilirsin ki?
Sen burada yokken dünya vardı; bir gün sen burada olmayacaksın ve dünya hala yerinde olacak. Sen kendine nasıl sahip çıkacaksın? "Sahibi benim" diye iddia edebilir misin? Herhangi bir şeye nasıl sahip olabilirsin? Eğer meditasyon yapıyorsan tüm yaşamın bir paylaşıma dönüşür. Verebileceğini verirsin - sevgin, anlayışın, merhametin - elinden geleni verirsin - enerjin, bedenin, aklın, ruhun - her ne ise. Ve bu hoşuna gider.
Bir şeyleri paylaşmak kadar büyük bir keyif yoktur. Hiç birisine bir şey verdin mi? O nedenle hediye vermek insanların bu kadar hoşuna gidiyor. Bu müthiş bir zevktir. Birisine bir şey verdiğin zaman - belki fazla maddi değeri yoktur - ama sırf o verme işlemi bile büyük tatmin yaşatır sana. Tüm yaşantısı bir armağan olan birini düşün! - onun her anı bir paylaşım - cennette yaşar. Bunun dışında cennet yoktur ki zaten.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
En yüce Hintli şairlerden biri, Rabindranath Tagore, ufak bir şiir yazmış: BANA VERİLECEK NEYİN VAR? Şiir kısa bir öyküden oluşuyor:
Bir seferinde kapıdan kapıya dolaşıp dilenmeye giderken aniden parlak bir arabanın gelip önümde durduğunu gördüm. Asil kılıklı sürücünün inip arayış içinde gözlerle bana gülümsediğini görünce, hemen istemek zorunda kalmadan kavuşacağıma emin olduğum sadakayı hayal ettim.
Bu hikayeyi bir dilenci anlatıyor. Dilenci evinden çıkıyor, ve aniden altından bir arabanın durduğunu ve içinden kralların Kralının indiğini görüyor. O gün eline iyi bir şeyler geçecek diye dilenci pek sevinmiş olmalı.
Ama bende müthiş hayal kırıklığı yaratacak şekilde bu kralların Kralı elini uzattı ve, "Bana ne vereceksin?" diye sordu. Aman Yarabbim, şaşkınlık ve kararsızlık içinde kaldım ve ona tek bir buğday tanesi uzattım ve o gece halımın üzerinde tek bir altın zerresi buldum. Sana sahip olduğum her şeyi vermediğime o kadar pişmanım ki!
Dilenci tabii ki vermeye değil almaya alışmış. Asla bir şey vermemiş. Hep dilenmeye alışık o. O yüzden kralların Kralı aniden ellerini açıp "Bana ne vereceksin?" diye sorunca aklı karışıyor, şaşırıyor, eli ayağına dolaşıyor. Duraksamış olmalı. Çantasını karıştırmıştır. Daha fazla verebilirdi, ama cesaretini toplayamadı. Sadece tek bir buğday tanesi verdi - o da sırf hayır diyemediği için. Kralların Kralına nasıl hayır diyebilirdi? Kendine geldiğinde arabanın arkasında bir toz bulutu bırakarak çekip gittiğini fark etmiş olmalı. Ama yine de, bütün gün çantasından tek bir buğday tanesi eksildi diye hayıflandı. Bunu tekrar tekrar düşünmüş olmalı; yarayı kaşımıştır.
Ve gece eve dönüp de o gün dilencilikten elde ettiklerini yere boşalttığında tek bir altın zerresi buluyor. O zaman anlıyor. O zaman ağlayıp dövünüyor, ama iş işten geçmiş -kralların Kralını bir daha nerede bulacak? Nerede? Şimdi elindeki her şeyi vermek istiyor, şimdi olaydaki mantık dışı mantığı kavradı: verdiğin her şey altına dönüşür, ve biriktirdiğin her şey de çöpe. Altın biriktirince toza dönüşür; toz verirsen altın olur - bu güzel öykünün mesajı budur. Ve ben buna kesinlikle katılıyorum.
Bu sadece ahlaki ders veren bir öykü değil: hayatın gerçek bir sırrı - ver ve milyon katını al; paylaş ve bu paylaşım seni zenginleştirsin. Biriktirip dur ve gittikçe fakirleş. Bir cimriden daha fakir birisini bulamazsın. Bir sürü şeyi vardır, ama hiçbir şeyi yoktur - çünkü ancak sana verilene sahip olabilirsin. Bu sadece görünürde bir çelişki yaratıyor.
Tekrarlayayım: Ancak sana verilene sahip olabilirsin; biriktirdiğin hiçbir şeye sahip olamazsın - paylaştığın bir şeyin efendisi olursun. Paylaş! Kayıtsız şartsız, çünkü zaten her şey elinden alınacak; ölüm senden her şeyi alacak.
Ve ölüm dilenmeyecek - kapıp gidecek, çalacak. İznini istemez; kapını vurup da "İçeri girebilir miyim efendim" diye sormaz. Hayır. Çıkagelir. Sen fark edene kadar gitmiş olursun. Bir şeyler yapabilene kadar her şey elinden gitmiş olur. Ölüm her şeyi alır.
Ölüm kapını vurmadan önce paylaş - neyin varsa. Güzel şarkı mı söylüyorsun? - söyle, paylaş. Resme mi yeteneğin var? - resim yap, paylaş. Dans etmeyi mi seviyorsun? - git dan set, paylaş. Her neyin varsa - ve paylaşacak bir şeyi olmayan biriyle hiç karşılaşmadım ben. Paylaşmak istiyorsan paylaşacak bir dolu şeyin var. İstemiyorsan da elinde yeterince vardır, ama fakirsindir, hiçbir şeyin yoktur.
Şöyle olmuş:
Nasreddin Hoca dengesini kaybedip düştüğünde iskelede balık tutuyordu.
"İmdat! İmdat!" diye bağırdı Bayan Nasreddin. "Kocam boğuluyor. İmdat! İmdat!"
Neyse ki çığlıklarını yakındaki iki güçlü kuvvetli delikanlı duydu, ve suya dalıp zavallı Nasreddin'i kurtardılar.
İskelede yatıp kururken Bayan Nasreddin eğilip ona fısıldadı, "Seni boğulmaktan kurtardılar, be adam. Onlara birkaç kuruş vermemiz gerekmez mi?"
Molla tek gözünü açıp geri fısıldadı: "Neredeyse boğuluyordum. O paranın yarısı yeter de artar bile."
Cimrinin aklı hep böyle çalışır. Dikkatli ol.
NE ZAMAN KENDİNİ ZEN'E ADAMIŞ BİRİNİ GÖRSE
ELİNİ UZATIP "BANA BİR LİRA VER," DİYORDU.
VE EĞER BİRİSİ ONA BAŞKALARINA DERS VERMEK ÜZERE
TAPINAĞA GERİ DÖNMESİNİ SÖYLEYECEK OLURSA
YİNE ŞÖYLE DİYORDU: "BANA BİR LİRA VERSENE."
Bütün öğretisi buydu: Paylaş! Ver! Başka ne denebilir, başka ne öğretilebilir?
BİR DEFASINDA OYUN-İŞİNE DALMIŞKEN
BİR BAŞKA ZEN USTASI YOLDAN GEÇİYORDU VE SORDU:
"ZEN'İN ANLAMI NEDİR?"
HOTEİ CEVAP OLARAK HEMEN TORBASINI YERE KOYUP SUSTU.
Zen gerçeğin sözcüklerle ifade edilemeyeceğine inanır, ama hareketlerle ifade edilebilir. Bu konuda yapılacak bir şeyler vardır. Söyleyemezsin, ama gösterirsin.
Bir soru sorduklarında Zen ustaları sözlü bir karşılık beklemezler - anlayış yüklü bir hareket beklerler. Ve unutma: sözlü cevapları dini metinlerde bulabilirsin, bunlar ödünç alınabilir ama ikinci el olurlar - ve ikinci el bir cevap asla gerçek değildir. İkinci el bir gerçek doğru olamaz. İkinci el mallardan sakın.
Zen ustaları derler ki: "Anlayışını göster, konuşma! Bir hareketle sergile!" Ve bir Zen ustasını kandıramazsın. Aydınlanmış birini kandıramazsın. Evet, hareketleri de öğrenebilirsin. Örneğin: şimdi Hotei'nin bu hikayesini biliyorsun - mmm? - sırtına bir çuval alabilirsin ve yürüyebilirsin, ve ben sana gelip de "Zen'in anlamı nedir?" diye sorduğumda çuvalı yere koyuverirsin...ben de sana bir tane patlatırım! Çünkü mesele hikayeyi tekrarlamak değildir. Anlayışını göstermek zorundasın. Bu Hotei'nin anlayışı idi - onu taklit edemezsin. Ortada soru varsa cevaplamak zorundasın - kalbinden, kendi benliğinden, o anlayışlık ve farkındalık anının içinden, bir şeyler çıkarmak durumundasın.
HOTEİ CEVAP OLARAK HEMEN TORBASINI YERE KOYUP SUSTU - peki ne söylüyordu? Soru şuydu: "Zen'in anlamı nedir?" Şekerleme, oyuncak, tatlılarla dolu torbasını yere bırakıyor. Şöyle diyor: "Zen feragat etmektir - işte böyle!" Tüm maldan mülkten vazgeçmek. O anda sahip olduğu her şey o torbadaydı, başka bir şeyi yoktu, o torba dışında.
O torba gerekli değildi; başka malı yoktu. O zaman sadece gerekli olan kalıyor. Torba üzerindeki tek gereksiz şeydi. Onu yere bıraktı. Sessiz cevap olarak Zen'in dünyadan sonuna dek vazgeçmek anlamına geldiğini söylüyor. O, tüm gereksiz olandan vazgeçmektir - bu torba gibi! Ama bunu söylemiyor: gösteriyor.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ, "ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR? Anlamı bu olabilir, ama nasıl hayata geçirilecek?" MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP YOLUNA DEVAM ETTİ.
Diyor ki, "Dünyadan feragat ederiz ancak ondan kaçmayız. Hayata geçirmek böyle olur. Dünyadan feragat ederiz ancak dünyada yaşarız." Yine torba omuzundadır, yine hareket halindedir, ama bir şeylere takılıp kalmaz. Torba yere bırakılmıştır! - aslında torbadan ruhen uzaklaşmıştır. Ona hiçbir bağlılığı yoktur. Ama yine de onu taşır; hayatta kaldığı sürece taşıyacaktır.
Zen kaçışın feragat etmek anlamına gelmediğini söyler -benim mesajım da böyle. Hotei'yi bu yüzden seviyorum: gerçekten derin ve engin bir farkındalık sergiliyor. Bir şeylere takılı kalma, ama burada ol - çünkü başka bir yer yok. Tek dünya burası - başka yok. Yani, tapınak ve manastırlarda, Himalayalardaki mağaralarda oturan şu keşişlerin ve munilerin ve sadhuların hepsi kaçıştalar. Feragat et! - ama kaçmaya gerek yok. Feragat et ama burada ol. Dünyada ol, ama ona ait olma. Kalabalıkta kal ama bireyselliğini koru. Bin bir tane iş yap - ne gerekiyorsa, onu yap - ama asla iş bitirici olma. Egoyu şişirme - hepsi bu.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ,
"ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR?"
Özü feragat etmektir. Hayata geçirmesi, uygulaması dünyada yaşayıp ona ait olmamakla gerçekleşir.
MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP
YOLUNA DEVAM ETTİ.
Bunu anlamak çok zor, çünkü yüzyıllar boyunca dünyadan kaçıp onu lanetleyen korkak insanlar senin beynini yozlaştırıp varlığını zehirlediler. Anlaması zor, ama eğer anlayabilirsen çok yararını görürsün, müthiş faydalı olur.
Kaçan bir insan anlayış sahibi olamaz. Kaçması korktuğunu gösterir, anladığını değil. Eğer, "Bu kargaşada nasıl mutlu olabilirim? Bu keşmekeşte nasıl sakin kalabilirim?" deyip de Himalayaların sükunetine kaçarsan huzuru yakalama olasılığından kaçmış oluyorsun - çünkü bu kargaşa bir kontrast yaratır; bu keşmekeş sayesinde sükunet ihtiyacı doğar; bu ortamda dikkat dağılır. Ve sen tüm bu dikkat dağıtıcı unsurların üstesinden gelmek zorundasın.
Himalayalara kaçarsan biraz huzur bulabilirsin ama aynı zamanda biraz aptallaşırsın. Sessizliği hissetmeye başlarsın, ama bu senin değil Himalayaların sessizliğidir. Geri gelince onu da geride bırakırsın - yalnız dönersin. Ve dünyaya dönünce eskisinden de daha fazla rahatsızlık duyarsın çünkü daha yumuşak ve duyarlı hale gelmiş olursun. Ve üstelik bir önyargı ile, sükunete eriştiğin fikri ile gelirsin. Daha egoist olursun.
O nedenle manastırlara kapanan insanlar dünyaya dönmekten çok korkarlar. Dünya sınavdır. Dünya kriterdir. Ve dünyada olup yavaş yavaş sessizliğe erişmek daha kolaydır, o zaman Himalayaların sessizliği içine işler. Himalayalara gitmezsin: onlar sana gelirler. O zaman sessizlik sana ait olur, o zaman üstesinden gelirsin.
Ben kaçış öğretmiyorum. Aynı zamanda vazgeçmeyi öğretiyorum. Birçok yaşlı, Ortodoks görüşlü kişi bana gelip diyorlar ki, "Bu nasıl bir feragat etmedir? İnsanlar mürid olmuşlar - hala aileleriyle, karılarıyla, çocuklarıyla yaşıyor, işlerine güçlerine gidiyorlar - bu nasıl bir vazgeçmektir?" Onların vazgeçmek anlayışı tek boyutta kalıyor - kaçış boyutunda. Halbuki bu çok boyutlu. Feragat edip hala burada yaşamak, vazgeçmek ama vazgeçmemek, değişmek ama sıradanlığını korumak, benliğini tamamen değişimden geçirmek ama diğer herkes gibi sıradan dünyada yaşamak.
Zen'deki feragat kavramı ile benimki birebir örtüşüyor. Ama bu zor çünkü dünya o kadar çok lanetlenmiş ki bu neredeyse bilinçdışı bir olay haline gelmiş; lanetlemek ve reddetmek şeklinde düşünmek normal sayılıyor. Birisi senin dünyevi zevklere düşkün olduğunu söylese alınırsın. Birisini lekelemek istediğinde sefahate düşkün dersin - böylece onu lanetlemiş olursun.
Bu dünyanın keyfini çıkarmak yanlış bir şey değil. Dünyada kal, ama yine de maddiyatçı olma - işte iki zıt nokta arasında yaşamanın, kendini dengelemenin sırrı, işin püf noktası burada. Çok dar bir yol, tıpkı bıçak sırtı gibi - ama tek yol da o. Bu dengeyi kaçırırsan gerçeği kaçırmış olursun.
"PEKİ," DEDİ DİĞERİ,
"ZEN NASIL HAYATA GEÇİRİLİR?"
MUTLU ÇİNLİ HEMEN TORBASINI OMUZUNA ATIP
YOLUNA DEVAM ETTİ.
Şimdi bu dünyada kal, ve yoluna devam et, ve benliğinden kahkahayı eksik etme. Tanrı yolunda dan set! Tanrı yolunda hep gül! Tanrı yolunda şarkılar söyle!
OSHO