p4inkiLLer
Kayıtlı Üye
Anahtar boynumuzda, altın da kasamızda. Peki ne arıyoruz bu çöplüğün içinde. Kirlilikle dolu tuhaf bir dünyaya uyanmışız ama acaba gerçekten öyle mi? Her gün binbir şikayetle yataktan kalkıp varsa bir işe gitmek gelmek, yemek uyumak, para kazanmak, kaybetmek, bunları yaparken sevdiklerimizi incitmek, hayata dair güzel olan ne varsa görmezden gelmek ve sanki sonsuza kadar hiç bitmeyecekmiş gibi gelen ürkütücü bir kaskad. Ondan gerçekten kurtulmak istedik mi şimdiye kadar? Küçük acıları örten, hayatı biraz daha yaşanabilir kılan küçük zevkler, sürekli geçmişten geleceğe mekik dokuyan ve anı ıskalayan bir zihin, arka planda ise sürekli bir huzursuzluk ve korku senfonisi, siz duysanız da duymasanız da… ve tabi bunların farkında olmayan bir kişi, sıradan milyonlarca insan. Kim ve ne konumda olursa olsun, kendisinden bihaber olan herkes...
Her şeyi dışarıda aramaya o kadar alışmışız ki, dışarıya baktıkça kendimizden daha fazla uzağa gittiğimizi fark etmiyoruz. Rabia’nın bilindik bir hikayesi vardır, bir gün bahçede bir şeyler arar, komşular yardıma gelir, iğne aradığını duyunca “tam olarak nerde düşürdün oraya bakalım çünkü bulunması çok zor” derler, o da “evde” cevabını verir, komşular güler tabii “neden burada arıyorsun” deyince “çünkü evde hiç ışık yok” der. İnsanların bugüne kadar yapageldikleri şeydir, içeride hiç ışık yok doğru ama dışarıda da aranılan şey yok. Şimdiye ne oldu o halde? Fiziksel ya da zihinsel acı çekmek isteyen kimse yoktur öyle değil mi, küçük istisnalar dışında. O halde insanların neredeyse hepsinin her gün kendine yaptığı bu işkence de neyin nesi? Savaşlar çıkarmak, öldürmek, acı çektirmek açıktır ki hasta ruhların çektiği acıları başkalarına da çektirmek istemesidir, kendi acısını dindirmeye çalışmak yerine. Peki bütün acıların ızdırabın sonunu işaret eden hiç mi kimse olmadı? Elbette oldu, kimimize bir dost tavsiyesi, kimimize bir üstat deyişi, kimimize bir kitap ya da internet sayfası, bazen de yoğun bir anda içeriden gelen ses. Biz inandık mı? Hayır. Biz gerçekten kurtulmak istedik mi? Hayır. Bu kadar olumsuzluğa rağmen hala biraz umut olması güzel bir şey çünkü bilinçsizliğin kesinlikle bir mazereti yok ancak çıkış yolu var. Böyle kuralları olan bir evrende bilinçsiz, zayıf ya da güçsüz olmak kesinlikle mazeret değil. Bir film repliğidir,
- Yeni aldığı kılıcını denemek için babamı öldürdü, der dünyanın en iyi kılıç ustası
- O an ne hissettin?
- Çok öfkelendim
- O adam babanı öldürdü, o adama öfkelenmen çok doğal
- Hayır babama öfkelendim.
Bu replik ancak evrendeki oyunun kurallarını iyi anlamış biri tarafından yazılabilir. Bizler duygusallığa meyilli olduğumuz için göremiyoruz çok şeyi olduğu gibi. Tanrı’dan yardım ve merhamet diliyoruz sürekli ama sahip olduğumuz kuvvetten kesinlikle bihaberiz…
Sorumluluğu almayı bir başarabilsek, bütün hayatımızı değiştireceğiz. Burada şu da gündeme geliyor, kesin olan bir şey yok diye inanmıyor insanlar; ancak arzu ya da acı güçlüyse gerçekten, kim başarıdan emin olmaya ihtiyaç duyar ki, kumar oynamaya hazırdır herkes. Bu tıpkı ormanda yalnızken size vahşi bir hayvan saldırdığında onunla savaşmayı reddetmek gibidir. Sadece denerseniz yaşamak için bir şansınız olur, denemezseniz asla. İşin en çılgın tarafı insanların acılara tutunuyor olması, çünkü pek çoğunun onlardan başka bir şeye sahip olmayışıdır. Bu her şeyi karmaşıklaştırır, bir taraftan kurtulmak isteyip diğer taraftan kendimizi iyice onun içine atarız. Sonuç bugünkü insanoğludur.
Bilincin en başta ve en kesin olarak değiştireceği şey, “ney”den çok “nasıl” dır. Ne yaptığınız değişmeyebilir başta, bir taşıma işçisiyseniz işiniz aynı kalabilir ancak içerde çok daha farklı bir hayat sürebilirsiniz, içinizden bir şarkı yükselebilir, yaptığınız işin kutsal olduğunu, sadece var olmanın bile ne kadar güzel olduğunu fark edersiniz. Ve zamanla içinizdeki şarkı dış dünyanızı da derin bir şekilde etkileyecektir. Buradaki en büyük ve birinci aşılması gereken problem, zihnin acılara tutunduğunu görmektir ve Tanrı’nın en sevmediği cimrilik budur, acılardan dahi feragat etmemek. Ve küçük bir inanç bile ilk adımı atmak için yeterlidir, eğer acımızda ve kurtulmak isteğinizde samimiysek. Çok eski ve çok basit bir yöntemdir zihnin tanığı olmak, geri çekilmek ve sadece izlemek, olanın olmasına izin vermek, direnç göstermemek, bu teslimiyet sırrıdır, özgürlüğün hemen yanıbaşında bulunur ve kesinlikle acziyetle bir ilgisi yoktur. Zihin başta direnir, acılarla ve hazlarla karşınıza dikilir, tek yapmanız gereken ikisini de izlemektir, yargılamadan, kesinlikle yargılamadan. Ne bir yorum, ne bir düşünce, sadece tarafsız bir seyir ve sonrasında kendi deneyiminiz her şeyin nasıl da bilince dönüştüğünü kanıtlayacaktır. Yorumladığınız anda ona güç verirsiniz, hayat verirsiniz ve zihin sizin onunla özdeşleşmenizden aldığı hayatla beslenir ve bunu sonlandırmayı hiç istemez. Kontrol hep elinde olsun ister ancak zihin iyi bir patron değildir. Duygu ve düşüncelerinizi siz yönetmelisiniz, sizin koltuğunuzda oturan zihni oradan kaldırmalısınız. Zihni sürekli çalıştırmak onu yıpratır, karmaşıklaştırır, kapatma düğmesini bulabilirseniz, sadece “Var olmak” nedir hissedebilirseniz o gücünü yeniden kazanacaktır ve yönetici koltuğunu da size verecektir.
Bilincin saf ışığında aslında ne kadar güçlü olduğumuzu ve Tanrı’nın ayrılık yahut acı nedir bilmediğini, bunları bizzat bileceksiniz şüphe dahi duymadan. Bununla ilgili en güzel taraflardan biri de budur, “Acaba” sorusu gündeme gelmez, bir şey Tanrısal ise onu direk kendinize ait, orada hissedersiniz, bilirsiniz ki bu apaçık böyledir ve sorularınızın yanıtlanmaya ihtiyacı olmaz çünkü soracak sorunuz olmadığını hayretle görürsünüz. Sadece dikkat! Dikkat bütün bunların anahtarı olacaktır, hatırlanması gerekeni hatırlamak başarının sırrıdır. Burada bir başarısızlıktan zaten söz edilmez, yapmak veya yapmamak meselesidir ki siz zaten olduğunuz şeye, Varlık, Tanrı adına ne derseniz ona dönüşüyorsunuz, ya da daha doğrusu sadece hatırlıyorsunuz ne olduğunuzu. Uyanın zihin rüyasından, ona ihtiyacınız yok, onun size ihtiyacı var. Deneyin, oynayın bu kumarı çünkü burada ortaya koyduğunuz bir şey yok, ne kazanacağınız ise keşfetmeniz için orada bekliyor.
Her şeyi dışarıda aramaya o kadar alışmışız ki, dışarıya baktıkça kendimizden daha fazla uzağa gittiğimizi fark etmiyoruz. Rabia’nın bilindik bir hikayesi vardır, bir gün bahçede bir şeyler arar, komşular yardıma gelir, iğne aradığını duyunca “tam olarak nerde düşürdün oraya bakalım çünkü bulunması çok zor” derler, o da “evde” cevabını verir, komşular güler tabii “neden burada arıyorsun” deyince “çünkü evde hiç ışık yok” der. İnsanların bugüne kadar yapageldikleri şeydir, içeride hiç ışık yok doğru ama dışarıda da aranılan şey yok. Şimdiye ne oldu o halde? Fiziksel ya da zihinsel acı çekmek isteyen kimse yoktur öyle değil mi, küçük istisnalar dışında. O halde insanların neredeyse hepsinin her gün kendine yaptığı bu işkence de neyin nesi? Savaşlar çıkarmak, öldürmek, acı çektirmek açıktır ki hasta ruhların çektiği acıları başkalarına da çektirmek istemesidir, kendi acısını dindirmeye çalışmak yerine. Peki bütün acıların ızdırabın sonunu işaret eden hiç mi kimse olmadı? Elbette oldu, kimimize bir dost tavsiyesi, kimimize bir üstat deyişi, kimimize bir kitap ya da internet sayfası, bazen de yoğun bir anda içeriden gelen ses. Biz inandık mı? Hayır. Biz gerçekten kurtulmak istedik mi? Hayır. Bu kadar olumsuzluğa rağmen hala biraz umut olması güzel bir şey çünkü bilinçsizliğin kesinlikle bir mazereti yok ancak çıkış yolu var. Böyle kuralları olan bir evrende bilinçsiz, zayıf ya da güçsüz olmak kesinlikle mazeret değil. Bir film repliğidir,
- Yeni aldığı kılıcını denemek için babamı öldürdü, der dünyanın en iyi kılıç ustası
- O an ne hissettin?
- Çok öfkelendim
- O adam babanı öldürdü, o adama öfkelenmen çok doğal
- Hayır babama öfkelendim.
Bu replik ancak evrendeki oyunun kurallarını iyi anlamış biri tarafından yazılabilir. Bizler duygusallığa meyilli olduğumuz için göremiyoruz çok şeyi olduğu gibi. Tanrı’dan yardım ve merhamet diliyoruz sürekli ama sahip olduğumuz kuvvetten kesinlikle bihaberiz…
Sorumluluğu almayı bir başarabilsek, bütün hayatımızı değiştireceğiz. Burada şu da gündeme geliyor, kesin olan bir şey yok diye inanmıyor insanlar; ancak arzu ya da acı güçlüyse gerçekten, kim başarıdan emin olmaya ihtiyaç duyar ki, kumar oynamaya hazırdır herkes. Bu tıpkı ormanda yalnızken size vahşi bir hayvan saldırdığında onunla savaşmayı reddetmek gibidir. Sadece denerseniz yaşamak için bir şansınız olur, denemezseniz asla. İşin en çılgın tarafı insanların acılara tutunuyor olması, çünkü pek çoğunun onlardan başka bir şeye sahip olmayışıdır. Bu her şeyi karmaşıklaştırır, bir taraftan kurtulmak isteyip diğer taraftan kendimizi iyice onun içine atarız. Sonuç bugünkü insanoğludur.
Bilincin en başta ve en kesin olarak değiştireceği şey, “ney”den çok “nasıl” dır. Ne yaptığınız değişmeyebilir başta, bir taşıma işçisiyseniz işiniz aynı kalabilir ancak içerde çok daha farklı bir hayat sürebilirsiniz, içinizden bir şarkı yükselebilir, yaptığınız işin kutsal olduğunu, sadece var olmanın bile ne kadar güzel olduğunu fark edersiniz. Ve zamanla içinizdeki şarkı dış dünyanızı da derin bir şekilde etkileyecektir. Buradaki en büyük ve birinci aşılması gereken problem, zihnin acılara tutunduğunu görmektir ve Tanrı’nın en sevmediği cimrilik budur, acılardan dahi feragat etmemek. Ve küçük bir inanç bile ilk adımı atmak için yeterlidir, eğer acımızda ve kurtulmak isteğinizde samimiysek. Çok eski ve çok basit bir yöntemdir zihnin tanığı olmak, geri çekilmek ve sadece izlemek, olanın olmasına izin vermek, direnç göstermemek, bu teslimiyet sırrıdır, özgürlüğün hemen yanıbaşında bulunur ve kesinlikle acziyetle bir ilgisi yoktur. Zihin başta direnir, acılarla ve hazlarla karşınıza dikilir, tek yapmanız gereken ikisini de izlemektir, yargılamadan, kesinlikle yargılamadan. Ne bir yorum, ne bir düşünce, sadece tarafsız bir seyir ve sonrasında kendi deneyiminiz her şeyin nasıl da bilince dönüştüğünü kanıtlayacaktır. Yorumladığınız anda ona güç verirsiniz, hayat verirsiniz ve zihin sizin onunla özdeşleşmenizden aldığı hayatla beslenir ve bunu sonlandırmayı hiç istemez. Kontrol hep elinde olsun ister ancak zihin iyi bir patron değildir. Duygu ve düşüncelerinizi siz yönetmelisiniz, sizin koltuğunuzda oturan zihni oradan kaldırmalısınız. Zihni sürekli çalıştırmak onu yıpratır, karmaşıklaştırır, kapatma düğmesini bulabilirseniz, sadece “Var olmak” nedir hissedebilirseniz o gücünü yeniden kazanacaktır ve yönetici koltuğunu da size verecektir.
Bilincin saf ışığında aslında ne kadar güçlü olduğumuzu ve Tanrı’nın ayrılık yahut acı nedir bilmediğini, bunları bizzat bileceksiniz şüphe dahi duymadan. Bununla ilgili en güzel taraflardan biri de budur, “Acaba” sorusu gündeme gelmez, bir şey Tanrısal ise onu direk kendinize ait, orada hissedersiniz, bilirsiniz ki bu apaçık böyledir ve sorularınızın yanıtlanmaya ihtiyacı olmaz çünkü soracak sorunuz olmadığını hayretle görürsünüz. Sadece dikkat! Dikkat bütün bunların anahtarı olacaktır, hatırlanması gerekeni hatırlamak başarının sırrıdır. Burada bir başarısızlıktan zaten söz edilmez, yapmak veya yapmamak meselesidir ki siz zaten olduğunuz şeye, Varlık, Tanrı adına ne derseniz ona dönüşüyorsunuz, ya da daha doğrusu sadece hatırlıyorsunuz ne olduğunuzu. Uyanın zihin rüyasından, ona ihtiyacınız yok, onun size ihtiyacı var. Deneyin, oynayın bu kumarı çünkü burada ortaya koyduğunuz bir şey yok, ne kazanacağınız ise keşfetmeniz için orada bekliyor.
Moderatör tarafında düzenlendi: